25 Kasım 2016 Cuma

HAVA SOĞUKTU, ÜŞÜYORDUM



           Havanın soğuğu içime işliyordu. Etraftaki çam ağaçlarının üstü bembeyaz bir örtüye bürünmüş, görenlere anlatmak istediği bir şeyler varmış gibi suskunlukta konuşuyorlardı. Yokuştan aşağı iniyorduk ve kimseden çıt çıkmıyordu. Söylenecek çok şey vardı fakat çaresizlikten, yorgunluktan, ümitsizlikten ağızları bıçak açmıyordu.

           Üç yıl önceydi. Balık istifi olmuş minibüsün kapısı açıldı elinde poşetlerle bir yaşlı teyze belirdi. Ben hemen yerimden doğruldum ve teyzeye yer verirken hani o büyük bir kahramanlık yaptık gülümsemesi istemsizce belirdi yüzümde. Bir adam ayağıma bastı, ben de çığlığı bastım tabi. Bana göre böyle görgüsüzleri almayacaklardı araçlara. Adamla ayak üstü kavga ettim. İşten eve gelişlerin her zamanki bu sıkıntılı süreçleri, insanı daha da agresif yapıyordu. İki durak sonra minibüsten indim. Adam da benimle birlikte indi. Eve doğru ilerlerken aklımda yetiştirmem gereken projeler ve annemin doğum günüm için düzenlediği mütevazi yemek vardı. Bir ara adamın beni takip ettiğini fark ettim. "Hem görgüsüz, hem sapık" dedim içimden. Dönüp ağzının payını vermek için fazla düşünmeme gerek yoktu, nasılsa bunu fazlasıyla hak ediyordu.

           "Kardeşim ne takip ediyorsun beni, şimdi polis çağıracağım" diye öfkeli sesle bağırdım.

           Adamın yüzünde beklenmedik bir sakinlik ve tebessüm vardı. Sanki komik bir şey söylemişim gibi, gözlerini benden çevirmeden gülüyordu. Ben tekrar çıkıştım tabi, böylelerine haddini bildirmek için elime bir fırsat geçmişti bir kere.

           "Sana laf söylüyoruz pis pis sırıtıyorsun. Sağır mısın?"

            Bu arada apartmanın önüne gelmiştik. Benden daha çevik bir hareketle giriş merdivenlerini ikişer ikişer çıkıp anahtarla kapıyı açmasın mı? O zaman anladım ki bizim apartmanda oturuyor. İyi de ne zaman taşınmıştı. Hem burada oturması öküzlüğünü affettirmiyordu üstelik. Aşağıda çantamdan bir şeyler arıyormuşçasına biraz vakit geçirdikten sonra yavaş yavaş merdivenleri çıkıyordum. Kapıyı tutmuş benim de gelmemi bekliyordu. Önceki hatasını affettirmeye çalışıyordu belli ki. "İyi akşamlar" deyip önden çıktım. Baktım Hanife Teyzelere gelmişti ve elinde yine kapının anahtarı vardı. Anlaşılan o ki onların bir akrabası idi.

         Ertesi gün ve takip eden günlerde yine benzer karşılaşmalarımız oluyordu. Selamlaşma dışında bana söylediği her hangi bir cümle olmamıştı. Bir gün Hanife Teyze, eve geldiğimde bizdeydi. Çay faslına yetişmiştim ve mahalle dedikoduları yeni başlıyordu. Annemin yaptığı güzel ikramlardan alıp çaktırmadan odama geçeyim diyordum ki. "Ne zamandır seni göremiyoruz nerelerdesin bakalım?" diyen Hanife Teyze'ye cevap vermek ve yanlarında biraz oturmak zorunda kalmıştım. Derken yarı onları dinliyorum yarı telefonla hesaplarımı kontrol ediyorum derken konu Hanife Teyze'nin yeğenine geldi. Anlata anlata bitiremiyordu okulu birincilikle bitirmiş, nasıl da zekiymiş efendi, esprili çocukmuş. Bu benim gördüğüm olmasa gerek diye mırıldandım. "Ne dedin kızım" diye atladı hemen. Ben de "Karşılaşmıştık teyzecim onu diyordum." dedim.

         Birkaç gün sonra annem, yemek için komşuları da çağırmıştı. Temizliktir yemektir derken nasıl da yorulmuştum. Doğum günümde ben yorulmamalıydım diye düşünüyordum. Hemen sofra hazırlığına başlamam gerektiği konusunda annem tarafından uyarılmıştım. Bir an önce yatıp dinlenmek geçiyordu içimden.

         Komşular geldiler, üç beş kelam ettikten sonra sofraya oturduk. Annemin o güzel yemekleri tüm yorgunluğumu unutturmuştu. Arada gözüm Sinan'a gidiyordu. Bu çocuk hakkında yanılmışmıydım. Sofradaki nezaketi, neşesi beni şaşırtmıştı. Yemek bittikten ve çay servisi yaptıktan sonra kendi çayımı da alıp müsaade isteyip odama geçmeyi düşünüyordum. Hanife Teyze "Kızım Sinan'la birlikte siz gençler balkonda için çayınızı, sıkılmayın yanımızda" dedi. O akşam balkonda öyle eğlenceli bir sohbet geçti ki aramızda, gülmekten karnıma ağrılar girdi. Telefonlarımızı aldık birbirimizin. Arada hafta sonları bir şeyler yapalım diye sözleşip ayrıldık.

         Artık hafta sonlarını iple çeker duruma gelmiştim. Ne kadar akıllı biriydi, bu beni nasıl etkiliyordu anlatamam. Aynı aklı esprilerinde de kullanıyordu ya bu onu daha da dayanılmaz yapıyordu. Sonra alçak gönüllü fakat gururlu hali, insan sevgisiyle dolu hassas kalbi, gün geçtikçe daha da bağlanıyordum. Onun bana karşı duyguları bir arkadaştan öte değildi belki de. Konu hiç bir zaman aşka sevgiye gelmiyordu.

         Yine bir hafta sonu, birlikte sinemaya gitmek üzere anlaşmıştık. Yol boyunca işte yaptıklarımızdan, televizyondaki saçma sapan eğlence programlarındaki komik sahnelerden bahsettik. Sinemanın kapısında liseden arkadaşım Buket'le karşılaştık ki yıllar olmuştu onu görmeyeli. Ondaki değişim inanılmazdı. Son gördüğümde aşırı kiloluydu sürekli arkadan topladığı sarı saçları hafif dalgalıydı ve omuzlarından aşağı dökülüyordü. Gözlüğünü ve diş tellerini çıkarmıştı. Kendime bakınca ondan çok daha bakımsız görünüyordum. Ayaküstü biraz konuştuk, bu arada Sinan'la onu tanıştırdım. Aynı filme gireceğimiz için biraz da bu konuda lafladık, film başladı. Çok güzel bir aşk filmiydi ve gözlerim sulanarak izledim. Çıktıktan sonra bir yerlerde kahve içmeye karar verdik. Sinan, Buket'e de bizimle gelmeyi teklif etti. O akşam yine havadan sudan günlük olaylardan ofisteki komik maceralarımızdan bahsettik ve birlikte eve döndük.

           Kendi kendime artık bir karar almıştım. Ben de biraz bakımlı olacaktım. Gardrobumu yenilemeliydim. Kuaföre gidip biraz değişiklik iyi gelecekti. Sonra ona açılacaktım. Tüm duygularımı anlatacaktım ona. O da belki beni seviyordu.

           Bir kaç gün sonra iş dönüşü yine karşılaştık, bu kez ilk gördüğümdeki duygularım tamamen tersine dönmüştü ve bu halimi düşünüp şaşırıyordum. Bu arada bendeki değişiklikleri fark edip etmediğini sordum. "Güzel olmuşsun." dedi. Her gün bugün söyleyeceğim diye karar alıp, gün içinde vazgeçiyordum. Haftalar böylece geçip gidiyordu. İşlerimin yoğunluğu yüzünden, akşam geç saatlere kadar ofiste çalışıyordum. Sinan'ı bir süredir göremiyor, kapıda karşılaşmalarımızda özlem gideriyordum. Annem, Hanife Teyze'nin bizi yemeğe davet ettiğini söyledi. Bu bana göre müjdeli bir haberdi. Güzel bir elbise seçtim kendime, biraz makyaj yaptım. Annem ne kadar güzel göründüğümü söyledi. "İnşaallah o da beğenir" diyordum içimden. Aşağı indik hoşbeş ettikten sonra bu kez Sinan, "Gel seninle biraz yürüyelim" dedi. Kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. Herhalde benden önce o söyleyecekti. . Evin yakınındaki parkta biraz oturduk. Her zamanki gibi neşeliydi ama bu kez daha bir neşesi yerindeydi sanki. "Bak sana ne söyleyeceğim." dedi. "Benim de sana söyleyeceklerim vardı" dedim sonra. Onu dinlemeye karar verdim. Ne de olsa ilk olarak onun konuşması daha uygun olacaktı. Ben de yüksek sesle "Evet." diyecektim.

           Sonra birden bire yer sallanmaya başladı ne kadar sürdü bilmiyorum. Yerimden kıpırdayamıyordum Sinan'a sarıldım. Bir süre sonra karanlık kaplamıştı ortalığı, belli ki elektrikler de kesilmişti. Etraf toz duman olmuştu, çığlık sesleri geliyordu. Eve doğru koşturarak gittik. Bizim apartmanda büyük çatlaklar vardı ve annemler, Hanife Teyzelerle birlikte aşağıya inmişlerdi. Yan apartmanlardan bazıları yıkılmıştı ki buna yıkılmak denmez yerle bir olmuşlardı. Herkes acı içinde oradan oraya koşturuyordu. Yukarıdan bir kaç battaniye indirdik ve sabahı aşağıda etmeye karar verdik. Bu arada etraftaki binalardaki insanlar için bir şeyler yapmalıydık. Sinan telefon elinde, birilerine ulaşmaya çalışıyordu. Kendi çabalarımızla bazı evlerden kurtardığımız insanları battaniyelere sarıyorduk. Bir saati geçmişti ki siren sesleri yükselmeye başladı çevreden. Sinan "Ben gidiyorum" dedi. "Nereye" diye heyecanla seslendim. "Buket cevap vermiyor" dedi. "Buket mi?" Şaşkındım. Benim onların bu kadar yakınlaştığından haberim yoktu. Koşarcasına yanımızdan ayrıldı.

          Ertesi gün, yokuştan aşağı inerken gerçeklerle yüz  yüze geliyordum. Neredeyse tüm şehir yerle bir olmuştu. Bu beklendiği söylenen depremden çok fazlasıydı. Komşularımızın çoğu ölmüştü. Diğer semtlerden bazı akrabalarımız ve Buket...

           O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Ben Sinan'a duygularımı asla anlatamadım. Buket'in ölümünden sonra Sinan'ın ruh sağlığı bozuldu. Bir akıl hastanesine yatırdılar. Hafta sonları ziyarete gittiğimde, her seferinde benim Buket olduğumu zannediyordu.  Bana yani Buket'e şiirler okuyordu. Ben de ona onu ne çok sevdiğimi ve onu dışarıda beklediğimi, hastaneden çıktığında evleneceğimizi söylüyordum...

            Daha da üşüdüm sonra.

         


                                                                                                                                                                                                                                   


20 Kasım 2016 Pazar

KEDİM

Bir süredir herhangi başka bir şey yapamaz oldum. Kedimin yemeği, oyunu, kumu, uykusu tırmalaması derken nasıl yoruldum anlatamam. Gözlerini çevreleyen ve kulaklarına doğru uzanan simsiyah tüyleri, sonradan iliştirilmiş gibi duran yine siyah bir kuyruğu var. Geri kalan bölümü ise bembeyaz.

Kedimin genelde uykusu yok. Uyumak isterse de mis gibi yatağı varken, gelip benim yatağımda yatmaya çalışıyor. Önce beni kaldırıyor ki rahat yatabilsin. Odada oradan oraya zıplıyor. Nasıl komik bir kedi bu ve tam bir manyak. Topa doğru bir yan yan gidişi var ki görmelisiniz. Kedi seven insanların yaptığı şeyleri aynen yapıyorum. Kedimi anlatıyorum başkalarına. Bana öyle tatlı geliyor ki herkes de sevmeli onu. Daha önce bir kedim olmamıştı. Kedim demek bile çok şeker.

Fakat bu kedinin benimle ilgisi yemek düzeyinde. Bir aşçı ve müşteri ilişkisi var. Gerçi para da verdiği yok ama yemek istediğindeki o miyavlama nasıl dayanılmaz anlatamam. Bu kediler demek böyle oluyor. İşlerine gelirse kendilerini sevdiriyorlar. Canları isterse birazcık işte şöyle kıyıdan köşeden sevgi gösterisinde bulunuyorlar.

Geçen gün kapı kapalı olduğu için diğer odada mahsur kaldığından mıdır nedir çişini yaptı. Tabi temizlik üstüne temizlik sonra. Daha önce hiç yapmamıştı aslında çok temizdir. Böyle de temize çıkarıyorum…

O daha bebek olduğu için tek bildiği şey oyun, ne görse oyuncak. Benim oynatmamı da istiyor, hem de parmaklarıma pençe atarak oynamak istiyor. Büyüdükçe, tırnakları güçlendikçe her tarafımı tırmalar oldu. Ellerim çizik içinde kaldı. Ona bunun yanlış olduğunu öğretmeye(!) çalışıyorum. İleride bırakır mı bilmem.

Dediklerimi anladığını düşünüyorum bazen, ben de onu anlıyorum ya da bana mı öyle geliyor? Her kedi sahibi gibi kedimin beni anladığını iddia ederek benzerlerimin yaptıklarını yapıyorum. Onunla konuşuyorum bir çocuk gibi konuşuyorum hem de. Ben mi çocuğum o mu çocuk orada bir karmaşık durum var ya neyse. Sessiz durduğunda kesin bir şeyler karıştırıyor oluyor. Kızdığım ne varsa çaktırmadan sessizce yaparken buluyorum onu.

Uzun yıllar bakabilecek miyim acaba? Kendime de güvenim yok kediye de. Beni terk edip giderse ya da ölürse, ben ne yaparım o zaman? Bir gün o kadar çok yemişti ki tıkandı sanki, ölüyor sandım. Yemeği böylesine çok seven iştahlı bir yaratık görmedim daha önce. Beni ne zaman görse yiyecek bir şeyler istiyor.

Bu kedinin annesinin yanında olması gerekirdi. Annesi ne istiyorsa anlardı bir kere. En önemlisi de süt. Annesini emmeye ihtiyacı var. Bu tabaktaki sütle olmuyor,  içine su katılan üstelik. Süt kedilere zararlıymış laktozsuz süt olmalıymış. Annesinin sütü öyle mi ya. Sadece ona özel üretilmiş bir süt geliyor annesinden. Bütün bebeklere öyle özel süt gönderiliyor. Bu ne kadar inanılmaz Allah’ım.

Şimdi kucağımda mışıl mışıl uyuyor ki bu, oyun oynayalım diye gece beni uyandıracak   demek oluyor

12 Kasım 2016 Cumartesi

SENİN GİBİ

SENİN GİBİ


İki gün önce kavga etmişlerdi ve arkadaş kalmak üzere ayrılmışlardı. O sabah yine de onu görmek için evine gitmişti. Eve girdikten sonra ayakkabılıktaki botlarının yanındaki topuklu ayakkabılar dikkatini çekti. “Ağlamayacağım” diye tekrarladı içinden.

“İçeri gelsene”

“Rahatsız etmeyeyim” diye cevapladı.

Biraz tereddüt ettikten sonra girdi. Mutfağa, pencere kenarındaki o hep kahve içtikleri masaya geçip oturdu. Biraz havadan sudan konuştuktan sonra “Bu kadar çabuk davranacağını düşünmezdim.”dedi.

Bir şey söylememişti. Öylece durduktan sonra birden ağlamaya başladı adam. Kimse sana benzemez diyor ağlıyordu. Birbirlerine sarılıp ikisi de ağlıyordu artık.. Öylece dakikalarca gözyaşı döktüler hiç konuşmadan. Birlikte paylaştıkları ne varsa aklından geçiyordu. "Buna beni sen zorladın" dedi. Başkasını bulacağını söylemiştin ya bu beni öylesine kırdı ki senden intikam almak isterken kendimi yaraladım.

Solgun sokak 15 numaralı kapının önünde bir kız çocuğu oynuyordu. Teyzesi elini tutup eve götürdü onu. Annem nerede diye sordu çocuk. Kadın göz yaşlarını silerek kucakladı onu. Ben de senin annenim artık diyordu. Annen çok uzaklara gitti bir gün sen de onun yanına gideceksin. Sonraki günlerde diğer kardeşleriyle birlikte bir süre orada bir süre burada kalıp, sarılacak anneden yoksun ve baba sevgisinden mahrum, babasının o kocaman ellerinden korkarak büyüdü. Zamanla anladı ki annesi olmayınca kimse anne olamıyordu.

Yıllar geçti bir adamı sevdi, evlendi. Harika dediği evliliği, geçmişte çektiği bütün acıları sona erdirmişti. Bundan sonra güzel günler bekliyordu onu. Fakat ne olduysa oldu o güzel rüya da bitti. Tek başına fakat güçlü bu kadın her zorluğun altından kalkıyordu. Artık aşka kendini kapatmış, sadece bir iş kadını olarak kendini işine adamıştı. Bir gün onu gördü. Daha önce karşılaşmış gibiydiler. Birinin dediğini öbürü tamamlıyor, birlikte geçirdikleri o eğlenceli ve güzel saatler birbirini kovalıyordu. Bazen düşünmek yetiyordu da,  telefon çalıyor karşılıklı şaşırıyorlardı. Onun için nelerden vazgeçmemişti ki, neleri feda etmemişti. Bu insanın başına bir kere gelebilecek güzellikte bir şeydi ve her şeye değerdi.

“Bütün bir ömür geçirmeye değecek bir kadın varsa o da sensin”. dedi.

“Biz arkadaşız zaten.” dedi kadın. "Tabi ki hayatında bir kadın olacaktı fakat bunun bu kadar çabuk gerçekleşeceğini bilmiyordum. Önemli değil, madem başlamışsın devam ettirmelisin. Benimle bir geleceğin yok zaten. Evlenmeyi düşünmüyorum geçmişi unut, hayatını onunla sürdür, mutlu olmak hakkın."

“Görüşürüz, kendine iyi bak” dedi ve çıktı evden kadın. Yol boyunca ağladı. Eve gidip sayfalarca yazı yazdı.

“Senden başka bir adam bana dokunamayacak. Bundan sonra kimseyi hayatıma katmayacağım. Sen mutlu olurken ben kahrolacağım ama kimse bilmeyecek. Bu kadar severken neden birlikte olamaz insan.

Dinmeyen göz yaşım, anlayamadın bendeki aşkı sen. Öyle büyüktü ki sığmıyordu kalbine. Senin boşluğunu kim doldurabilir ki. Bundan sonra karşılaştığım hangi adam bana senin gibi bakar. Ben hangi adamın gözlerinde, sende gördüğümü görebilirim. Sen mutlu  ve iyi ol bir tanem. Ben başka bir şey istemiyorum bundan sonra. Bir tarafım eksik olacak, her gün uyandığımda seni görmek, sarılmak istediğimde olmayacaksın ve bu beni daha yalnız yapacak. Daha güçlü gözükeceğim fakat hepsi bir yalandan ibaret olacak.”

Adam kapıyı kapattıktan sonra mutfağa geri döndü. Bir sigara yaktı. “Yanımdaki her kadına senmişsin gibi sarılacağım. Bu beni daha da mutsuz yapacak. Çünkü hiç biri senin gibi olmayacak. Asla bir daha bu kadar sevmeyeceğim.” dedi.


Bir hikaye daha böyle yanlış, hak etmedikleri bir sonla bitiyordu iki sevgilinin...


6 Kasım 2016 Pazar

UZAK DEĞİL

SEVGİNİN GÜCÜ

Öyle adamlar var mıdır dünyada. Sevdiklerini ne pahasına olursa olsun koruyan. Kendilerini yok edecek bir yola girseler bile asla yanından ayrılmayanlar. Birini düşün ki savunmasız ve oldukça korkmuş, kimsesi yok. Diğerleri tarafından anlaşılmaktan öyle uzak ki, yorgunluğu her halinden okunuyor.

Bir cümle bir insan için asla yeterli değildir, o göründüğünden fazlasıdır daima. Her insan bir kitaptır ve bu kitap, okumak isteyenler tarafından okunabilir. Kalabalıklar içinde herkesin tanıdığını zannettiği biriyken seni tanıyan yoktur belki de.

O seni tanıyabilecek kişi de hiç karşına çıkmamış olabilir. O zaman bir tarafın hep eksiktir. Seni tamamlayacak parça ait olduğu yerde olmadığında yüreğin de bozuk bir saatten farksızdır. Yakınlık zannettiğin ölçülür bir şey değil ki  yanındaki yakın olsun. Bir de bakarsın, o çok ihtiyacın olduğunda en yakınındakinden beklediğin ne varsa kendi gibi yokluğa hapsolmuştur.

Dostlukların sosyal medyada yürüdüğü, bir araya gelenlerin telefonlarıyla eğlendiği bir dünyaya bakıyoruz. Aile dediğimiz çekirdek yapıdan çıtır çıtır sesler geliyor. Çocuklar kimsesiz, eşler yalnız. İhtiyacı olanlara beğenilerle acil(!) yardım ettiğimizi, hastaları ziyaret ettiğimizi, arkadaşlarımızın gönlünü aldığımızı, cumaları kutladığımızı, bayramlaştığımızı zannederken biz sadece kendimizi kandırıyoruz.

O eski dostluklar, eski mutlu aileler filmlerde kaldı diye tepki gösteriyoruz. Belki çoğunlukla bunları derken bir arkadaşımızın ziyaret talebini şu aralar çok yoğunum diye geçiştiriyoruz. Anne babalarımız da bizden aynı şekilde ilgi beklerken aynı bahaneyi sunuyoruz. Çocuklarımıza da ayıracak vaktimiz yok çünkü izlenmesi gereken televizyon dizileri, tıklanması gereken hesaplarımız var.

Belki sen de tamamlanmayı bekleyen herhangi birisin ama seni tamamlayacak olan, zaman ayırmadığın değil emin ol.

Öyle kadınlar var mıdır dünyada, sevdiklerini ne pahasına olursa olsun asla bırakmayan. İçinde bitmeyen bir sevgi ve şefkatle sarılan, yalnız bırakmayan.

Beklediklerinin hepsi var. Yeter ki sende temiz bir yürek olsun, gerçekleri görebilecek anlamak isteyen bir ruh, bir vicdan ki samimiyetle doğruları yapmaktan alıkoymayacak.


Uzak değilsin istersen...

4 Kasım 2016 Cuma

ZOR ZAMANLAR


Böyle zamanlarda içime kapanıyorum. Ne söylense boş gelen, en etkili sözlerin bile bir faydasının olmadığı böyle günlerde. Konuşmanın anlamsız, kelimelerin kifayetsiz kaldığı, çaresizliğin hüküm sürdüğü toprakların, o içimi sızlatan kokusunu duyduğum günlerin gecelerinde.

Şairin dediği gibi bir ay doğsa bu karanlık zindan gecelerin, suyun üstündeki yakamozlarla aydınlandığı, güneşli sabahlara uyansak artık. Gözlerimizde ümidin pırıltısı olsa ülkem sevgiyle dolsa. Benim insanlarım da hak ediyor o hep hayallerini kurduğumuz, içinde mutluluğun alabildiğine yaşandığı uzak ülkelerin hayatlarını.

Havası mı suyu mu yoksa toprağı mı nedir böylesine paylaşılmaz kılan? Hep dışarıdan mı gelir bize savaşlar hiç içimizden gelmez mi barış?  Oysa ki kaldır başını gökyüzüne bak. Aynı yere bakıyoruz. Aynı topraklara doğuyor bu güzel güneş. Ya da denizde bir gemi ki, fırtınalara karşı bir başına dururken su içeri giriyor,

Ben acılar denizi olmuşum. Doğduğumdan beri başka bir hikaye özlemiyle gelmişim bu yaşa. Aynı hikayenin farklı biçimlerini duymuş kulaklarım. Bıkmışım dinlemekten. Yeni duyuyor gibi hala anlamayanlar, artık hayret içinde bile bırakmıyor beni. Hayret edilecek bir şey yok. Yıllarca da dinleseler yeni duymuş gibi yapıyorlar. Acaba rol mü diyorum değil. Hayatlarının baş rolünü oynadığını zanneden figüranlar gibi hepsi.

Bir ay doğsa, bir deli rüzgâr çıksa alıp götürse, yılların içimize bıraktığı ayrılık tohumlarını

2 Kasım 2016 Çarşamba

ONSUZ GEÇEN BİR ÖMÜR

Hikaye


Sabah daha hava aydınlanmadan yola çıkmıştı. Tüm eşyalarını önceki gece toplamış, bir mektup bırakıp ayrıca bir vedaya gerek görmeden gitmişti işte. Oysa yaşanmış olan yılların burukluğu içindeyken hiç üzülmemiş gibi yapmak onun için oldukça anlamsızdı. Yolda durup sabah kahvaltısı niyetine gevrek aldı. Sahildeki çay bahçesine oturup deniz eşliğinde aldıklarını yedi. Bir sigara yaktı ardından, otobüsün kalkmasına bir saat vardı ve servis aracı gelir gelmez bindi arabaya.

Egzoz  ve mazot kokusunun eşlik ettiği havayı teneffüs etmek bir an midesini bulandırmıştı. Çocukken otobüslerde hep midesi alt üst olur, bazen de içi dışına çıkardı.

Koltuğuna oturdu, “Neyse ki yanım boşmuş şimdi rahat rahat uyurum.” dedi. Az sonra otobüs hareket etti. Camdan dışarıyı seyrederken yavaş yavaş gözleri kapandı. Uyandığında ilk mola yerinde, bir an tereddüt ettikten sonra inmeye karar verdi. Etrafta dolaşan insanların her biri ayrı hayatlara sahiptiler ama bu yol onları bir araya getirmişti. Belki hiçbiriyle bir daha karşılaşmayacaktı ve kimsenin hayatıyla ilgili de en ufak bir bilgisi bulunmuyordu. Fakat o, her zaman insanlara kendince hikayeler uydurup vakit geçirmeyi severdi. Mesela şu yaşlı adam ve karısı artık bir bağımlılık haline gelmiş evlilikleri sayesinde birbirlerinden hiç ayrılmıyorlardı. İki çocukları vardı fakat dışarıda okuyorlardı. Bu ikisi tatil günlerinde yollarını gözlüyorlardı evlatlarının.

“Ben ne vefasız adamım” dedi.. Babamı görmeyeli aylar olmasına rağmen bir telefon bile etmeye sanki üşeniyorum. Pınar bana ne çok kızardı babamı aramıyorum diye. Hatırlatmaktan hiç bıkmazdı. İnat etmiyordum da elim telefona gitmiyordu işte, babamı sevmediğimden değil de nedense aramız uzun zamandır iyi değildi.  

Pınar ise oldukça vefalı bir çocuktu. Anne ve babasıyla geçirdiği mutlu günleri sık sık hatırlar ve bana da hep onlardan bahsederdi. Ne kadar da hayat dolu bir kadındı. Ben ise onu  hiç hak etmiyordum. Bir anda kıvırcık saçları ve kocaman gözleri, gülümseyen yüzü  ile karşımda belirdi. Bu kadın bende ne buluyordu da beni bir türlü terk etmiyordu. Çevresinde ondan hoşlanan birçok erkek olmasına rağmen gözü benden başkasını görmüyordu. Kendi kendime “Onu terk etmese miydim” diye düşündüm. Hem böylece işler kolaylaşırdı. Değişikliği sevmiyordum fakat artık beni boğan bir şeyler vardı o evde. Muavinin seslenmesiyle kendime geldim ve otobüsteki yerimi aldım. Ön tarafta bir genç, yüksek sesle müzik dinliyordu. Onun yaşındayken ben de böyle yapardım. Tekrar uyumak için koltuğumu arkaya yatırdım güneş gözlerimi aldığı için perdeyi kapattım.

Uyandığımda yeni mola yerindeydik. Yanımda da biri oturuyordu. Yaşlı bir amca eşyalarının kalan kısmını koltuğun altına yerleştiriyordu. Önemli olmalıydılar ki yanına almıştı. İçimden “Fazla konuşmasa bari, en iyisi uyku moduna tekrar girmek.” deyip gözlerimi tekrar kapadım. Yaşlı amca yol boyunca kitap okudu. Benimle bir kere bile konuşmamıştı. Bu kez de ben meraklandım. Okumayı bu kadar seven kaç kişi kalmıştı ki. Emekli bir profesördü, hala okuyordu. Hiç evlenmemişti ve yalnızlığından şikayeti de yoktu. Ben ise yalnız kalmayı sevmiyordum. Korkuyordum. Akşam olmak üzereydi. Otobüs benzin almak için tekrar durduğunda aşağıda çay içmeyi teklif ettim. Birlikte indik. “Evlat yıllar hızla akıp gidiyor. Şu hayatta en pişman olduğum şey bir çocuğumun olmamasıdır.” Buna şaşırmıştım çünkü bunun onda bir eksiklik yarattığını hissetmemiştim. “Biliyor musun?”dedi. “Bir zamanlar bir kadını sevmiştim çok iyi bir insandı. Onunla geçirdiğim her an beni nasıl mutlu ederdi bilemezsin. Kısacık kızıl saçları, bembeyaz bir teni vardı. Saçları gerçekten kızıldı ama öyle şimdiki boyalı saçlar gibi değil.

Üniversitede her günümüz birlikte geçiyordu. Ayrı kalmak beni öyle hüzünlendirirdi ki  bazen sabah olduğunda onu görmezsem içimi bir sıkıntı kaplar gözlerim buğulanırdı. Biz güzel bir çiftlik evinde yaşamayı hayal ediyorduk. Doğacak çocuğumuzla ilgili saatlerce konuşurduk. Birlikte yaşlanmanın hayalini kurardık.

Bana yurt dışında önemli bir okulda yüksek lisans yapma imkânı verilmişti üniversite tarafından. Kabul etmeyi kesinlikle düşünmüyordum.  Onu seviyordum ve ondan uzaklaşmak istemiyordum. O ise çok ısrar etti.  Burada beni bekleyeceğini söyledi. Ne desem dinlemedi. Geleceğimiz için bunu yapmamı, birlikte yaşayacağımız çok güzel günlerin olduğunu söyledi. Sonunda ikna oldum ve gittim. Önceleri her hafta mektuplaşıyorduk. Tabii sizin gibi bilgisayarda görüşmek yok o zamanlar. Aylarca sadece okul ve ev arasında mekik dokudum. Bir akşam üniversitede bir proje toplantısı sonrası arkadaşların da ısrarıyla bir partiye katıldım. Başlangıçta eğleniyor gibi görünmüyordum. Sonrasında alkolün de etkisiyle kendimi kaptırmışım. Partide bir kızla tanıştık sonraki günlerde de önceleri haftada bir olan görüşmelerimizin sayısı artmaya başladı. Ben aslında içten içe pişmanlık duyuyordum ama üniversite hayatıma da biraz renk gelmeye başlamıştı. Seçil’den gelen mektuplara verdiğim cevapların süresi on beş güne, derken bir aya uzamaya başlamıştı. Birinci yılın sonunda yaz tatili için Türkiye’ye dönmüştüm.  Seçil’le görüştüğümüzde ona biraz soğuk davranmıştım. O hiçbir şey söylemedi biliyor musun? Fakat bir daha da aramadı. O aramayınca ben de aramadım. Sonra bir baktım ki Linda bana sürpriz yapıp yanıma gelmiş. O’na İzmir’i gezdirdim. Çeşme’ye gittik birlikte. Buralara nasıl hayran kaldı anlatamam. Yazın sonunda, Amerika’ya birlikte döndük. Linda bir gün beni karşısına alıp “Seninle konuşmalıyız.” dedi. Bu beni çok şaşırtmıştı. Artık bana karşı duygularından emin olmadığını ve ayrılmak istediğini  yeni tanıştığı Martin’i sevdiğini söyledi. Ben, tabii çok üzüldüm. O yılı nasıl bitirdiğimi hatırlamıyorum. Kendimi aptal gibi hissediyordum.

Eve döndüğümde ilk işim Seçil’i aramak oldu. Fakat cevap vermiyordu. Oturdukları yerden de taşınmışlardı. Komşularına, ortak arkadaşlarımıza sorduysam da bir türlü netice alamadım. Yaptıklarım için öyle pişmandım ki. Onu aradığım zamanlarda, aslında başkasıyla olamayacağımı anladığım o karanlık geçen günlerde, her gün ağlıyordum. Eğlenceli, sevgi dolu, bir o kadar da beni mutlu eden sıcak gülümsemesi ve şefkatini hatırladıkça bir çocuk gibi ağlıyordum. Sahile gidip denize doğru dönüp hıçkırıklarımı kimse duymasın, kimse beni görmesin diye sessiz bir yere oturuyordum ve göz pınarlarım kuruyana kadar ağlıyordum. Bir adamın bu denli ağladığına daha önce inan şahit olmamıştım. Öyle acınacak haldeydim ki tarifi imkânsız. Aylarca kendime gelemedim. Onun gibi birine, bir daha rastlamam mümkün değildi ve ben onu kaybetmiştim. Buna değer miydi? Ben onsuz ne yapacaktım?”

Derken muavin seslendi ve biz otobüse tekrar bindik. Yaşlı adamla konuşmamak için numara yapan ben, bu kez hikayenin devamını dinlemek için sabırsızlanıyordum.

“Daha sonra ne oldu” diye sordum.

“Sonra bulabildiniz mi Seçil’i ?”.

“Hayır” dedi. “Bulamadım.”

Fakat bir gün ortak bir arkadaşımızla Konak’ta karşılaştık. Bana Seçil’den ve yaşadığı trajik kazadan bahsetti. Oturdukları evde bir yangın çıkmış. Gazdan zehirlenip ölmüş. Ben tabi bunu duyunca yıkıldım. Bir daha ne başka bir kadının elini tuttum, ne de yakınlaşmak için bir çabam oldu. Eğer ben ona ihanet etmeseydim, şimdi yanımda oturan o olacaktı. Belki iki çocuğumuzun yolunu gözlüyor onların iyi olmasından başka bir şeyi dert etmiyor olacaktık. Ölümüyle, beni bu dünyada gerçekten de kimsesiz bırakmıştı.”

Bu hikaye beni o kadar sarsmıştı ki bir an benim de aklıma, terk ettiğim sevgilim geldi. Hayatta olmadığını düşündüm. Uzak bile olsa hayatta olması benim için yeterli iken, onun ölme ihtimali ve benim onsuz geçen yıllarımda nasıl bir kâbusun içinde olacağım düşüncesi katlanılır gibi değildi.. Öyle ya, benim içimdeki karanlığı aydınlatan tek kadın oydu. Hatta tek insandı. Ben ise şımarıklık içinde onu terk ediyordum. Otobüs Ankara’ya ulaştığında, tekrar bilet aldım ve eve geri döndüm. Mektubu heyecanla kontrol ettim. Aman Allah’ım, bıraktığım yerde yoktu. Kesin okumuştu. Eşyalarını kontrol ettim hepsi duruyordu. Telefon açtım cevap vermiyordu. O gece evde, o adam gibi sabaha kadar acı içinde bekledim. Gelmeyeceğini anlamıştım. Benim gibi birisini ne yapsın ki…

Pişmanlık

Salonda uyuyakalmışım. Sabah bir çığlıkla uyandım. Arkasından bir kahkaha sesi geldi. Sevgilim meğer ailesini ziyarete gitmiş, bana ulaşamadığı için haber verememişti. İçimden, “Doğru, otobüste kapatmıştım” dedim. Evi temizlemeye gelen kadını sordu. “Bazen yanında olmayınca savsaklıyor. İyi temizlemiş mi bari” dedi. İçimden bir oh çektim.

“Eee sen ne yaptın bensiz bakalım” dedi.

"Seni bekledim" dedim. Seni sonsuza kadar beklerim...

30 Ekim 2016 Pazar

ZORLUKLAR ve ANLATTIKLARI

       

         Karşımıza çıkan her insan, yaşadığımız her olay bize bir şeyler anlatıyor. Okuyabiliyorsak hayatımıza farklı bir şekilde devam edebiliyoruz. Anlamıyorsak tekrar be tekrar benzerleri ile bir başka köşe başında buluşuyoruz.

         Kimi eşinden dertli, kimi çocuğundan, hak etmediği hangi sıkıntıdan muzdarip bir başkası. Hak etmedim diyor. Ne vardı şimdi bu acıya, zaman kaybına, olması gereksiz anlara, yıllara. Oysa bilmediğimiz bir sebeple imtihan oluyoruz. Neye inanırsanız inanın hatta inancınız olmasın ama bundan kurtulmanız mümkün değil. Yazın arkasından kışın, gündüzün arkasından gecenin, doğumun arkasından ölümün gelmesi kadar dünyanın aşina olduğu bir şey.

        Çok güçlü olsanız bile sizin o yaşama sevincinizi yerle bir edecek bir dönemin içine girdiğinizde zaman zaman çöküyor, bazen bittim diyebiliyorsunuz. Bir yakınım şöyle diyordu. "Yiyorum içiyorum, yaşıyorum gibi gözüküyor ama kendimi bir ceset gibi sürüklüyorum". İşte bu süreç bizim gerçekten dibe battığımızı hissettiğimiz anlar. Bir kuyudasın ve çıkamıyorsun, çığlık çığlığa yardım istiyorsun belki, duyulmuyor. Söylenen her cümle anlamsız ve faydasız olmaktan başka işe yaramıyor.

         Ne yapmalı böyle zamanlarda? Biraz durup dinlenmeli geçmiş ve geleceği, başkalarının sizinle ilgili düşüncelerini bir kenara bırakıp. Benim bu yaşadıklarımın bana anlattığı bir ders olmalı demeliyiz. Bende tamamlanması gereken hangi eksik yön var ya da öğrenmem gereken bilgi nedir? Bazen sorunun kendisi bir ders olmaz da çevrenizdeki iyi insanların varlığını görmeye başlarsınız. Daha büyük dertlere sahip insanların farkına varmaya başlarsınız.

         Bir de biz bundan önce gelmiş geçmiş, bundan sonra da gelecek ve yine bitecek hayatlar içerisinde gayet sıradan, bir hikayeye sahip olan varlığız. Karşılaştığımız zorluklar ne kadar büyük olursa olsun ne ilkiz ne de son olacağız. Hak ettiğimiz için değil ihtiyacımız olduğu için bunlar başımıza geliyor. Neye ihtiyacımızın olduğu, parmak izlerimiz, ses tellerimiz, gözümüzdeki retina, sahip olduğumuz DNA gibi farklılık arz ediyor. Herkes kendi açısından değerlendirecek, anlayıp kabul ettikten sonra ayağa kalkacak ve hayatına devam edecek.

         Sonunda elde edeceklerimize bakıldığında yaşadığımız her şeye şükreder hale geleceğiz. Ne geçmişe bakıp "neden yaptım?" demeli ne de geleceğin karanlığı bize korku vermeli.

         Bir ihtimal daha var.

         O da sevmek mi dersin?