27 Mart 2017 Pazartesi

USTA YÖNETMENİN SON FİLMİ

         

             Hepsi bir gerilim filminde figüran olmak için can atıyordu. Öyle çok istediler ki varlıklarını göstermeyi, yıllarca beklediler ve fırsat kolladılar. Ne zaman bir rol kapmak için çabalasalar, başkaları ellerinden alıyordu, İstediklerini elde etmeleri neredeyse imkansız gibi görünüyordu. Öfkeliydiler. Bir duman ya da sisti varlıkları, geçen giden yok olan. Çağrılacakları günü bekledi figüran olmaya hazır topluluk. Derken günün birinde, kapıları çalındı. "Haydi şimdi sıra sizde" diyordu önemli bir yönetmen.

            Çıktılar  ekranlara, arzı endam ettiler. Küçümseyerek baktılar etraflarına "Şimdi bizi herkes tanıyacak, ünlü olacağız." Alkışları ve ardından gelen ıslık seslerini duyuyorlardı, kulaklarına inanamıyorlardı.

           Senarist pek bir mahirdi. Yıllardır üstünde çalıştığı dillere destan olacak, ödüller alacak bir film senaryosu hazırlamıştı. Yönetmen her dönemde çok bilinen, ödül alan filmlere imza atmıştı. Yapımcılar, hiçbir harcamadan kaçınmamasını, hep arkasında olduklarını kendisiyle gurur duyduklarını söylediler.

           Öncelikle figüranları seçmişti yönetmen. Figüranlar, nereye götürsen orada oynar sesi çıkmaz, maliyeti en az oyuncu kitlesiydi. Baş rol oyuncusu öyle miydi ya! Kolay yetişmiyordu. Beklenmedik bir performans gösterecek, ama sıradan, bir o kadar da oyunculuğuna güvenilecek biri olmalıydı. Parlatmak yönetmene kalmıştı. Baş rol oyuncusu daha önce kimsenin almadığı kadar büyük bir meblağı hesabına yatmış gördükten sonra, anlaşmayı yaptı. Böyle büyük bir filmde oynamak onur vericiydi. Adı tarihe kazınacak, tüm insanlar ondan bahsedecekti. Hem belki çok iyi oynarsa, yönetmen kendisine başka bir filmde de rol verebilirdi.

           Çok uzun zaman önce çalışmalara başlamışlardı. Oyuncuların ellerinde söyleyecekleri sözlere ve duracakları yerlere kadar en ince ayrıntının düşünüldüğü textler vardı. Bir şiir gibi söylediler cümleleri. Aylarca çalıştı hepsi, ne kadar uğraşılsa da buna değerdi.

           Film platosuna ulaştıklarında iki büyük kalabalıktan ibaret olduklarını gördüler. Yönetmen "Kamera!" dedi. Baş aktör konuşmasını yaptı, çevredekiler alkışladılar ve ıslık sesleri duyuldu. Yönetmen "Durun!" dedi. "Daha gerçekçi olmalı, daha bir duygu katmalısınız rolünüze. Belki gerekirse yumruklarınızı da kullanabilirsiniz. Tamamen doğaçlama olmalı biliyorsunuz bu son sahne. İzleyenleri korkudan çıldırtacak, yerlerinden kalkmalarını engelleyecek türden bir son sahne çekiyoruz beyler! Daha gerçekçi... Baltaları süs diye vermedik onları da kullanacaksınız." Son sahne baştan alındı. Alkışlar, ıslıklar derken yönetmen: "Haydi!" dedi "Sizden istediğim, rolünüzü iyi oynayıp güzel bir iş çıkarmanız." Gruplardan birinden yüksek sesle küfürler edilmeye başlandı. Diğerleri de onun yaptığının aynısını yapmaya başladılar. Karşı taraf ne olduğunu şaşırdı. Yönetmen, "Saldırın!" dedi küfredenlere. "Saldırın ve elinizdeki baltaları kullanmaktan çekinmeyin."

           Çaresiz kaçışmaya başladı ötekiler. ne olabilirdi ki sadece bir filmdi bu. Yönetmen gerçekçilik akımının usta temsilcilerinden biri olduğu için, "Gerçek kan kullanılmalı, vurun beyler çekinmeden vurun, tarihe yazmalıyız adımızı!" dedi yüksek sesle.

           İnsanların kaçabilecekleri yer yoktu. Film platosunun her tarafı demir parmaklıklarla kapatılmıştı. Gruptan sağ insan kalmayıncaya kadar, kan gölünde yüzer hale gelinceye kadar kullandılar ellerindekileri.


            Gazetelerde gerçekte ne olduğuna dair en ufak bir yazı çıkmadı. Film hakkında kimse konuşmadı.

            Baş aktör, uzun süredir yapmadığı tatil için yurt dışına gitti. Yönetmen, yeni projesi için hazırlıklara başladı.

20 Mart 2017 Pazartesi

PRENSESİN KURBAĞASI

                  Genç ve güzel prenses, (Neden öyle yazdım, çünkü hep öyle olmak zorundadır!) yaşadığı hayattan öyle sıkılmıştır ki kendine eğlence aramaktadır. Bulunduğu saraydan dışarıya adım attığında, kaçtığında da diyebiliriz aslında. Neşe içinde ormana doğru yol almaktadır.

            Dere kenarına geldiğinde, "Keşke genç ve yakışıklı prense dönüşecek  bir kurbağa bulsam da öpsem."der. Bunu duyan bir kurbağa vıraklamaya başlar. Yemyeşil bedeninde küçük benekçikleri, ayaklarında perdeleri vardır ve iri gözleri ile prensese doğru bir şeyler anlatır gibi bakmaktadır. Öyle iğrenç görünmektedir ki. Prenses, o sümüksü ıslak kurbağayı öpmekte bir an tereddüt etse de yüzünü ve dudaklarını buruşturup, hızlıca kurbağayı öpüverir. Birden sisler, bulutlar, şimşekler derken aha bir de ne görsün! Karşısındaki kurbağa aynen duruyor. "Ben bu dünyada hiç eğlenemeyecek miyim? Kara bahtım kör talihim" diye söylenir. Kurbağa konuşmaya başlayınca şaşkınlık içerisinde kurbağaya bakar. "Merhaba ben bu derenin kurbağa prensiyim. Ne kadar da güzel görünüyorsunuz." Bizimki pek bir kibirli. "Tabi öyleyim ne sandın" der.

              Kurbağa: "Şeyyy, sizin kadar güzel benekleri olan bir kurbağa daha önce hiç görmemiştim"

              Bizim prenses o zaman ayılır tabi. Meğer kendisi de bir kurbağa olmuştur artık. "Bu işte bir terslik yok mu? Senin genç ve yakışıklı bir prens olman gerekmiyor mu?"

              Kurbağa: "Ben prensim, hem de genç ve yakışıklı. Ancak ne demek istediğini bir türlü anlamadım. Arkadaş olalım mı?"

             Genç ve güzel bir kurbağaya dönüşmüş prenses, şoktadır. Yapabileceği başka bir şey olmadığı için de bu arkadaşlık teklifini kabul eder. "Vıraaaak  Vıraaaak" diyerek dere kenarında gezinmeye başlarlar. Prensesin karnı acıkır, tam da yanından bir sinek geçmektedir. Diliyle sineği yakalayıp midesine yuvarladıktan sonra. "Ne kadar da lezzetliymiş bunlar" der. Derede yüzerler, taşlarda zıplarlar. Prens, tüm arkadaşlarıyla ve oldukça kalabalık ailesiyle tanıştırır prensesi. Prensin arkadaşlarından biri, "İyi anladık kurbağa oldun da bu saçlar ne böyle? bizden değıııllsın! Prensi kandırabilirsin ama beni asla" der. Buna çok üzülse de ses çıkaramaz prenses.

kurbağa prenses

            Geç vakitlere kadar, dans edip şarkı söylerler, komik hikayeler anlatıp gülerler. Fakat kötü kalpli kurbağanın gözü üstündedir. Günler böylece geçip giderken bir gün kötü kalpli kurbağa prensesin saçından tuttuğu gibi sürüklemeye başlar, bir yandan da birkaç kurbağayla birlikte, dalga geçip gülerler . Canı çok yansa da ağlayamaz prenses, gururuna yediremez. Koşup prensi bulmaya gider. Prens eğlenceye devam etmektedir. Şarkılar söyleyip dans etmektedir. Ne kadar anlatmaya çalışsa da anlaşılamayan prenses, uzaklaşır ve ağlamaya başlar. "Tamam eğlenecektim de bunları hesaba katmamıştım. Hem ailemi de özledim. Bu halimle geri de dönemem. "

             Ertesi gün ve diğer günlerde, yine aynı kurbağaların aynı alaycılıklarına dayanamayan prenses, dere kenarından yürüyerek ormanın içerisine doğru ilerler. Büyük ağaçların gökyüzünü kapattığı karanlık bir yere gelir. Orada yaşlı ve çirkin (Neden öyle yazdım çünkü hep öyle olmak zorunda!) cadıyla karşılaşır. Cadı neden ağladığını sorar. Prenses başından geçenlerin tümünü cadıya anlatır. Cadı ona ormandan kaçmasını söyler. "İyi de ben bu halimle nasıl  geri dönerim, Hem kral babam beni artık tanımaz, ona benim güzel prenses olduğumu nasıl anlatırım" der. Cadı çok iyi kalpli biridir. "Üzülme kızım, sen benim dediğimi yap, bu orman büyülüdür. Bu ormandan çıkarsan her şey normale dönecek. Burada kaldığın için böyle ümitsizlik içinde bocalıyorsun. Kurtulmak için şu yolu takip et ve bana güven" der. Prenses, çaresizlik ve ümitsizlik içinde, gözlerinde yaşlarla ormanı terk etmek zorunda kalır. Büyülü ormandan çıkmasıyla birlikte sisler, bulutlar, şimşekler ve hoooop eski haline döner.

             Ancak kalbi çok kırıktır. Hiçbir şey artık eskisi gibi olmaz.  Böylece bu hikaye de drama dönüşmüştür. Günler, aylar geçer ancak, prenses kurbağayı ve ormanı unutamamıştır. Özlediğini hisseder ve yine bir gün ormana tekrar gitmeye karar verir. Uzaktan dereyi ve kurbağaları izler. Ayakkabılarını çıkarıp ayaklarını suya sokar. Kurbağa yine her zaman olduğu gibi vıraklayıp zıplayıp durmaktadır. Yavaşça yanına yaklaşır ve kurbağaya "Nasılsın kurbağacık beni tanıdın mı?" der. Bu kez kurbağa zıplayıp prensesin kucağına gelir. Prenses şarkı söyler kurbağaya, o da sanki dinliyormuş gibi prensesin kucağında hiç kıpırdamadan durmaktadır.

            Kurbağa birden zıplayıp prensesi öper. yine aynı gürültü patırtı... Bu kez sonuç çok daha ilginçtir. Birden kurbağa bir prense dönüşür. Prenses şaşırır tabi ki. "Neden benim başıma masallardakinin aynısı gelmiyor? Nasıl bi insanım ben ya!" Prens:"Sana şimdi her şeyi baştan anlatayım beni iyi dinle. Beni kötü kalpli bir cadı buraya hapsetmişti. Bir prenses seni bulup öpüp seni bu halinle sevdiğinde, eğer tekrar geri dönerse eski haline döneceksin" demişti. "Bu mümkün değildi fakat sen benden vazgeçmedin buraya tekrar geldin. Şimdi komşu krallığın bu prensi seni asla terketmeyecek" der.

             Mutlu son.

15 Mart 2017 Çarşamba

NEDEN BLOG TUTUYORUM

           
blog yazarlığı

             Blog Tecrübem'in "Peki siz neden blog tutuyorsunuz?" ve Hikaye Kalpli Kadın'ın da kendi yaptığı yayında bahsettiği Blog Tecrübem Soruyor: Peki siz neden blog tutuyorsunuz? ile ilgili olarak, o sıralar ben de bu konuda bir yazı hazırlıyordum. Bu hoş tesadüfün üzerine neden yazdığımla ilgili hikayemi aslında "Hakkımda" bölümünde anlatmıştım ama nedense ekleme gereği duydum.

             Açıkçası çocukken şöyle kafamı kitaptan kaldırmazdım, böyle yazı yazardım, öğretmenlerim aferin üstüne aferin derlerdi diyemeyeceğim. Abartmaya gerek yok, o kadar değildim yani. Fakat ilkokul öğretmenimizin bize sunduğu, içinde her türlü masalın olduğu, yaşadıklarına o zamanlar kesinlikle inandığım hikaye kahramanlarının anlatıldığı o kitaplar, unutulmazdı. Aklım estikçe bir yerlere bir şeyler karalıyor değildim. Derste kompozisyon konusu verdiklerinde yazıyordum. Bir kere de, neden olduğunu o zamanlar anlayamadığım, -çocuk aklı işte verilen hediyeyi beğenmediğim- bir yarışmada, ilçede ikinci olmuştum. Sonra ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Bir daha mektup ya da ders notu yazmak dışında, elime kalemi almadım desem yeridir. Ancak bu klavye denilen şeyi iyi ki de icat etmişler yahu. Harika bir şey. Yazıyorsun bir tuşla siliyorsun. Düzeltmeler filan nasıl keyifli. Nostaljiden doğallıktan yana olanlar hayal kırıklığına uğrayabilirler fakat ben içimden geleni söylüyorum. Kâğıtlar bana göre değil.

              Gelelim neden yazdığıma. Ben de bir anlasam. Sebebi yok. Uzun süredir bir çeşit hastalığa tutulmuş gibi içimdeki yazma isteği durdurulamaz. Şimdi, çocukluğumdaki günlerimde, kafamdaki gürültüyü bir kağıda dökmediğim için aslında çok hüzünlü olduğumu düşünüyorum. Dıştan bakıldığında görünen bir hüzün değildi de içeriden benim  yaşadığım bir haldi bu. Bir de o insanların çeşitliliği, herkesin ayrı dünyalarda yaşamaları  inanılmaz geliyordu bana. Hep konuşuyordum kafamda ama duyulmuyordu. Neden sonra anlıyorum ki yazsaydım kurtulacaktım o gürültüden . Bilemedim işte o zamanlar, yazmak iyi bir şey değildi ve hiç iyi olmadı zaten, kim yazdıysa cezasını çekti.

             Sonra bir gün düşündüklerimi yazdığımda rahatladığımı gördüm. Bu ilk defa bir kıtayı keşfetmişçesine, hayret uyandıran bir şeydi. Nereden akıp geliyordu ve neden daha önce bunu hiç denememiştim. Bir de suçlu gibi hissetmek... Bu da yukarıda bahsettiğim gibi, fikirlerini yazanların her zaman başlarının dertten kurtulamadığını görmenin verdiği bir duygu, belki de kendine yakıştıramamak mı bilmiyorum. Ayıptı sanki ve söylenenler, bana zarar verecekti. Hayır. Ne yazmak ayıp ne de biz o anki duygularımızla kaleme aldığımız hikayelerimiz ve  yazılarımızla kendimize zarar veriyoruz. Yapmak istediğimiz ne ise onu yapıyoruz sadece.

             Hikaye yazarken illa da yazdığımız şeyleri yaşayacağız diye bir şey yok. Bazen olmadığımız karakterleri aktarırız. Bazen bir şeyler anlatmak istiyoruzdur. Bir şeyler okumuşuzdur, dinlemişizdir. Bazen de nasıl geliyorsa, bir anlam ya da amaç gütmeden yazabiliyoruz. Demiyorum ki, ben çok edebi şeyler yazıyorum, kelimeler elimde dans ediyor. Açıkçası benim kafamdaki gürültü inanılmaz. Sürekli bir şeyler düşünüyorum. Bunları illa ki bir kağıda, yani klavyeyle bilgisayara aktarmak zorunda kalıyorum. Okunsun tabi ki isterim fakat bu beklenti, beni yazmaktan alıkoymuyor şimdilik.

              Blog hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Aklımdan geçenleri, bir yerlerde paylaşmak istiyordum. Kurduğum cümle sayısı fazlaydı. Diğer sosyal medya türleri bu nedenle bana göre değildi. Araştırmaya başladım ve ilk olarak internetten yazı yazarak para kazanmanın anlatıldığı bloglarla karşılaştım. (Aslında bu uzun bir hikaye, belki bir başka yayında bu ayrıntılara girerim.)

             Google Plus'ta Cem Kazan'ın Yaşamdan Yazılar Bloguyla karşılaştım, İlk incelediğim blog diyebilirim. Belki kendisi hatırlamaz ama ufak da bir yorum yapmıştım bir yayınıyla ilgili olarak. Araştırmalarımın sonucunda bayâ bir süre geçti bu arada. Cesaret edip bloğumu açtım. Sonra Sevgili Ece Evren'in bloğunu tanıdım. O da başka blogları sayfasında paylaşıyordu. Paylaştığı blogları takip etmeye başladım. Bir iki yorum yapayım derken arkası geldi. Gerçekten de blog camiası birbirine her zaman destek olan sevgi dolu insanlarla dolu. Blog açmak isteyenler okuyorlarsa, korkmayın derim. 

             İşte benim blog hikayem böyle. Şunları da eklemek istiyorum:

             Kalabalık içinde beni anlayacak bir azınlık için yazıyorum. Acımı hafifletmek için, eksikliğimi gidermek, özlemimi azaltmak, daha yakın olmak için yazıyorum. Derdimi anlatmak, derdini azaltmak için yazıyorum. Ben buradayım yalnız değilsin demek için. Ben seni görüyorum, değer veriyorum, anlamaya çalışıyorum. Bu böyle gitmeyecek, düzelecek diyorum. Eski günlere değil çok daha iyi günlere gülümsüyor olduğunu anlatıyorum sana. Mutluluk seni bulacak, saracak, buna eşlik eden göz yaşları bu kez sevinçten olacak. Önemli olan insan olmak, gerisi boş diyorum. Gerçek dünya acımasız, sen de bu dünyadaki acımasız kişi olma diyorum. Pişman olmayacağın bir hayat yaşa kim olursan ol, ne yaparsan yap, seni seviyorum, yeter ki iyi bir insan ol diyorum . Biri kafama silah dayıyormuşçasına, yazmadan ölecekmişçesine, delirmekten korkarcasına, tedavisiz hastalık, çaresiz dert, karşılıksız aşk gibi...

              Belki bir gün yazacak hiçbir şey bulamayacağım. O güne kadar buradayım, beklerim.


11 Mart 2017 Cumartesi

BESLENME ALIŞKANLIKLARIMIZI DEĞİŞTİREBİLİRİZ

         
beslenme
            Kilo alan bir kadının yaşadığı zorlukları anlatmıştım bir hikayemde. O haliyle, yaşadığı kötü hislerin farkına varılmasını istemiştim. Başkaları tarafından nasıl algılanabildiğini, bu durumun onu ne kadar mutsuz ettiğini anlatmıştım. Bir çok kişi bu hikayeyi okudu belki. Okumayan varsa buraya linkini atıyorum. Beni Böyle de Sever misin?

            Bu hikayeyi yazarken amacım güzel bir ruha sahip olmanın, güzel bir bedene sahip olmaktan daha önemli olduğunu anlatmaktı. Hayatımın hiçbir döneminde kilolu olmadım. Olmadım çünkü yemeye aşırı düşkün değilim. Aslında yemek yapmayı severim. Özellikle tatlı, pasta, hamur işi  yapmak bana terapi gibi gelir. Bir de yapılan yemekler hakkında yorum yapmaya bayılırım. Yerken içinde ne var hissetmeye çalışırım. Bu bana çok eğlenceli gelir.

            Abur cubur sevmem, ara öğüne hiç alışık değilim. Akşam belli bir saatten sonra asla bir şeyler atıştırmam. Porsiyonlarım da ufaktır. Kime göre ufak? Neyse sonuçta kilo almam. Zayıf da değilim normalim işte.

            Diyetisyene oldukça fazla para veren kısa bir süre için sonuç alan arkadaşlarım var. Onlarla konuştuğumda hep ara öğünler üzerinde duruyorlar. Neredeyse mideleri hiç boş kalmıyor. Bazen diyete spor da ekleniyor fakat kısa süreli zayıflıyorlar. Bir gün arkadaşıma dedim ki: "Sen yıllardır diyetisyenlerle çalışıyorsun. Fakat sürekli zayıflamakla meşgulsün. Benim kilo sorunum yok. Sadece çok ve sürekli yemiyorum. Bir de akşam yemiyorum o kadar. "Arkadaşım ısrarla diyetisyenin dediklerini tekrarlıyor. "Ara öğün şart". "Kardeşim yıllardır aynı şeyleri uygulamaktan bıkmadın mı? Bir kere de beni dinle. Demek öyle olmuyor. Ne kaybedersin?" Diyetisyenler insanı hipnoz ediyor olmalı.  Eminim diyetisyenlere gidenler ve belki beni okuyan bir diyetisyen, "Sen ne biliyorsun ki diyecektir."

            Dr. Mehmet Öz, bir gazeteye verdiği röportaj'da şunları diyordu;

"- Yakın arkadaşım. ‘Wolverine’ filmini çekerken kas yapıp kilo alması gerekiyordu. Film bitince de o kiloları vermek istedi. Formülü ne biliyor musun? Günde aşağı yukarı 14 saat hiç yemek yemiyor. Sabah diyelim ki dokuzda yiyor, akşam da altıda. İkisinin arasında yemeğini yiyor ama akşamdan sabaha kadar bir şey yemiyor.

Ama bize “Az az ama sık yemek sağlıklı” diyorlar.

- Mantıklı değil ki. Atalarımız bizim gibi sürekli bir şeyler yemezdi. Zaten mağarada buzdolabı mı vardı ki kalkıp kalkıp atıştıracak. Hugh’un yöntemini ben de uyguluyorum. Günde 12 saat kadar yemek yemiyorum. Buna uyku dahil tabii.

Bünye ne tepki veriyor?

- Vücut alışıyor. Hatta gece geç vakit çok yediğin zaman, sabah daha aç kalkarsın. Ama 12 saatin sonunda değerlerin normale dönmüş oluyor. Hafif bir şeyler atıştırıyorsun, yetiyor."
Tamamını okumak isterseniz buradan ulaşabilirsiniz.

            Şimdi gerçekten kilo vermek istiyorsunuz ve bunu hiçbir zaman başaramadınız mı?  Diyetisyene gittiniz fakat olmadı mı? Su içsem yarıyor mu diyorsunuz? Benim dediklerime yani benim değil de Dr. Öz'ün dediklerine bir kulak verin. Ben yıllardır bunu yapıyorum. Bir kötü alışkanlığım vardı. Çayı şekerli içiyordum. Yaklaşık üç yıldır tamamen bıraktım. Başta gerçekten dayanılmaz, tatsız bir deneyim yaşıyorsunuz. Bu gerçekten zor oluyor. Biraz bu konuda yol aldıktan sonra artık geri de dönemiyorsunuz. Çünkü bu kez şekerli de içemez hale geliyorsunuz. Fakat sabredip sonucu beklerseniz, şekerden kurtuluyorsunuz.

             Şekeri hayatınızdan çıkardıktan sonra, geriye beslenme alışkanlığını değiştirmek kalıyor. Yıllardır bu şekilde fazla kilolarla savaşmak zorunda kalmadan kendimce bir tarz geliştirdim. Tavsiye ediyorum.
         




         

         


8 Mart 2017 Çarşamba

KADIN OLMAK BÖYLE BİR ŞEY

       
kadın olmak


            Çocuk olmana asla izin vermezler. Doğduğun andan itibaren ileride bir kadın olacağın her türlü çirkinlikle sana hatırlatılır. Bazen yakın akrabadır bazen de komşun, bakkalın sahibi, belki çırağı...

             Korku hikayeleriyle büyürsün sonra. Şoför amcalar, tanımadığın adamlar şeker, dondurma, çikolata almak bahanesiyle alıp bir yerlere götürürler. Bilemezsin orada sana neler neler yaparlar. Kocaman adamlar, kirli eller ve pis bıyıklar, gözlerinin önünden hiçbir zaman gitmez. Gündüz dünyada gece rüyanda peşindedirler.

           İnsan değilsindir de bir oyuncaksındır. Kuluçka makineleri doğar, büyür ve çalışır.

           Sokaklarda bekler birileri... İnternette dolaşır bazıları... İsimsiz, sahtedirler, fırsat kollarlar. Bir resim, bir videodur istedikleri ya da ilgi. İstediklerini alamazlarsa yersin küfrü, hakareti.

           Okurlar meslek sahibi olmak için. Okulda babacan(!) öğretmenleri onlara özel ders anlatmak için ıssız odalara çağırırlar, kucaklarına oturturlar. Genç kız olduklarında moral vermek için(!) sarılırlar öğretmenler, saçlarını okşarlar, fırsat bulurlarsa yanaklarını sıkarlar. Yeri geldi mi taciz kokar sözleri. Konuşma derler sus, kimse duymasın, örtbas edilsin, kurum kirletilmesin.

           Çalıştıkları şirkette patronlarının talepleri arttıkça artar. Verilen işi yapmak yetmez de biraz rahatlatılmak isterler. Başbaşa kalmak isterler. İtiraz edince işten çıkarılırlar. Şikayet ettiklerinde karalanırlar. Arkadaşları abanır üstlerine fırsat buldukça dokunmak isterler. Kaçamazlar, yanlış anlamamalıdırlar, başka bir şey düşünüyorlarsa onlar kötü niyetlidir ama dokunanlar iyi...

                 
kadın olmak

               Anne olurlar korkarlar kızları için. Başlarına bir şey gelecek korkusuyla bir yere göndermek istemezler kızlarını. Hep bir endişe vardır akıllarında. Hava kararmadan evde dizlerinin dibinde olmalıdırlar.

               Aldatılırlar, susarlar. Bunu bir utanç gibi üzerlerinde taşırlar. Ne de olsa sebep hep kendileridir. Güzel olmak da yetmez her zaman vardır daha güzeli. Ruhlarına ve bedenlerine sahip olunduktan sonra bir kirli paçavra gibi atılırlar.

               Yalnızlıktan korkarlar, sevgisizlikten ve ilgisizlikten. Ön yargıdan, anlayışsızlıktan yorulurlar. Tükenirler ve öldüklerinde dinlenirler.


NOT: 8 Mart Kadınlar gününüz kutlu olsun. Yukarıda yazdıklarım süslü onlarca lafın arasında kaybolup gitsin. Yüceltilsin kadınlar yine, cennet ayaklarına serilsin. 

2 Mart 2017 Perşembe

BİTMEK ÜZERE OLAN BİR HAYAT

     
ölüm

       
          Yatağından doğrulur gibi yaptı. Gözlerinin içi gülüyordu. Yüzüme baktı. Sanki bir şey demek istiyordu. Ben de gülümsüyordum. Basit, oldukça sıradan ama gerçekte var olmak ve bunu sürdürebilmek için ihtiyacımızın kesinlikle olduğu, dünyanın oksijeninden  son bir nefes daha aldıktan sonra başı yastığına düştü. O bir kara delikti ve tüm dünya içine düştü. Hayatın anlamsızlığı bir kez daha karşıma çıkıyordu. Ne kadar kısa ve komikti hayatlarımız. Bir kelebeğin ömründen farksızdı. Kelebeğe bir günlük bahşedilen muhteşem güzellikteki hayatının yanından bile geçmiyorduk.

           O çok iyi bir insandı ömrünü en güzel şekilde tamamladı ve gitti.

           Onu ilk kez ilaç kokusunun eşlik ettiği, tüm misafirlerin ölümü beklediği, acının  göz yaşına eşlik ettiği hastane odasında gördüm. Cam kenarındaki yatağına uzanmış, beyaz teni, döküldükten sonra yeni yeni çıkan kır saçları vardı. Tatlı gülümsemesi ile ne kadar da cana yakın duruyordu. Doktorlar kolon kanserinin son evresinde olduğunu, yapılabilecek bir tedavinin olmadığını komşusuna bildirdiklerinde komşusu, son günlerinde ona eşlik edecek iyi birini aradığını arkadaşıma söylemişti. Benim de fazlasıyla işe ihtiyacım olduğundan çok, kimsesi olmayışına içlenerek kabul etmem, bizi bir araya getirmişti. İyi biri olduğuma emin değildim fakat kesinlikle benim ona ihtiyacım vardı.

            Kimsesi yoktu. Ne bir çocuğu, ne de yanında kalabilecek akrabadan birisi. Komşusu dışında  yakını olmadığı için ve maddi durumu da kötü olduğundan, hastaneye götürülmesi bile desteğe muhtaçtı. Bir kardeşi vardı Ankara'da oturan. Ondan para geliyordu gelirse. O para da bakacak kişiye ayrılmıştı.

            Hastanede oda arkadaşlarının ve kendisinin içinde bulunduğu durumda bile, ümitsizlik ve çaresizlik onun yanından geçmiyordu. Yemek yiyebilecek, tuvalete gidebilecek gücü vardı ya bu ona yetiyordu. Hasta arkadaşları ve hastane personeli tarafından seviliyordu. Komşuları iki günde bir gelip halini hatrını soruyor, ihtiyaçlarını karşılıyordu. Sabah yanına erkenden gidip, akşam yemeğini yemesini sağladıktan sonra eve dönüyordum. Neden kendisine bakabilecek bir yakını yoktu? Neden hiç evlenmemişti? Bu sorular aklıma geliyor fakat soracağım soruların onu incitmesinden korkuyordum.

            Bir gün, gözlerini cama dikmiş dışarıyı seyrederken, bana "Aslında çocuklarım da olabilirdi. Burada yanımda olmalarını isterdim. Senden memnunum fakat çocuklar başka olur. Ardımdan beni anacak, unutmayacak, torunlarıma birlikte geçirdiğiniz zamanlardan hikayeler anlatacak bir evladım olabilirdi" dedi. Gözlerinin biraz nemlendiğini fark ettim. "Tabi çok güzel olurdu. Ama bu kez sizinle tanışma fırsatını kaçırmış olacaktım" dedim. Hayatının son demlerinde olduğunu çok iyi biliyordu. Hazır gibiydi sanki. "Geçmişi değiştiremem" dedi. "Öyle olması gerekiyordu oldu. Gençliğimde benim de hayallerim vardı. Evlenebilirdim iyi bir aile kurabilirdim. Karşıma iyi insanlar da çıktı belki ama hiçbir zaman cesaret edemedim. Biri vardı onu sevmiştim olmadı ama. Ondan sonra da kimse olamadı zaten. Kaderin önüne geçilmiyor kızım.  Sanma ki kötü bir hayatım oldu. Başka türlü de olabilirdi diyorum o kadar. Bir söz vardır bazen düşünürüm. Seçtiğin yol senin kaderindir." Bu söz beni oldukçe etkilemişti. Hani kaderim böyleymiş deriz ya, biraz da kaderimiz için yazılacak yazıyı biz şekillendiriyoruz. Seçimler kaderimize etki ediyor.

                "Biri benim hikayemi yazarsa şöyle bitirsin." dedi.

                 "Ben onun yanına hiç gidemedim ve gözlerinin içine bakamadım. Beni hiç tanımadı. Kalan ömrünü bensiz yaşadı. Ben onsuz öldüm."

NOT; Aslında bu hikayenin çıkış noktası bana böyle bir iş teklifinin gelmesiydı. Ben o işe gitmeyi o kadar çok istedim ki bunu size anlatamam. Fakat benim yerime başka birini bulmuşlardı. Ben buna çok üzüldüm tabi. Sonuçta o hastanın yanına aslında hiç gidemedim ve yardımcı olamadım.