15 Nisan 2017 Cumartesi
GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEK - 1. BÖLÜM
Ünlü bir şirketin üst düzey yöneticisiydi. Oldukça iyi para kazanıyordu. Eğlenceden ve arkadaştan yoksun değildi. İstediği ne varsa yapabilme şansına sahip, nadir insanlardan biriydi. Arabasına bindi ve yol boyunca düşündü, içindeki sıkıntı da neydi. Bir türlü geçmek bilmeyen bu bunaltıcı his karşısında ne kadar da çaresizdi. Çevresindeki kalabalığın içinde onu anlayan kaç kişi vardı? Gerçek bir dost, sevgili var mıydı? Cevabını çok iyi bildiği bu soru karşısında kendini bir kez daha çaresiz hissetmişti. Araba büyük bir gürültüyle sarsıldı ve bir anda savruldu. Kontrolü tamamen kaybettiğini anladı. Gözünün önünde tüm yaşadığı hayat, film gibi hızlı bir şekilde akıp gidiyordu. Son anlarını yaşıyordu. Mutlu bir aileye sahip değilken, bir kızı bile olmamışken üstelik. Öylece silinip gidiyordu işte yeryüzünden.
Gözlerini bir hastanenin odasında açtığında, kolundaki serumla oynayan hemşire, "Hastanedesiniz ve önemli bir kaza geçirdiğiniz için şu an kontrol altındasınız endişelenmeyin" dedi. Akif, etrafına bakındı neler olduğunu tam olarak hatırlamamakla birlikte, geçirdiği kazayı ve son anları hatırladı. Masanın üstünde çiçekler vardı. Bunlar şirketten gelmiş olmalı diye düşündü. Fakat onlara uzanacak gücü yoktu. Uykuya daldı. Uyandığında hava kararmıştı. Tüm olanları düşündü tekrar. Yanına konulmuş kumandayı eline alıp televizyonu açtı. Bu saatlerde genellikle eski filimler ve çaptan düşmüş diziler yayınlanıyordu. Yabancı kanallara göz attı. Haber bültenlerini izledi. Sabah hemşirenin sesiyle tekrar uykusundan uyandı. Hemşire ilaçlarını getirmişti. Sabah kahvaltısı olarak bir tabak tuzsuz çorba içti. Gürültüler artmıştı. Hastalar da kahvaltılarını yapıyorlardı ve refakatçileri. Benim refakatçim yok diye geçirdi içinden. Sonra kimseye ihtiyacım yok diye cevapladı kendisini. Tekrar televizyonu açtı. Hastanede vakit geçmek bilmiyordu. Öğle olduğunda, kapıda şirketten arkadaşları belirdi. "Geçmiş olsun" demek için gelenler, terfide yardımcı olabileceğini düşünmemişler miydi acaba? Onların sözlerindeki samimiyetsizliği sezinlediği halde aynı samimiyetsizlikle, "İyi ki de geldiniz, çok teşekkür ederim."diyordu.
Onlar gittikten sonra, oda yine sessizliğe büründü. Telefonunu açtı ve yağan geçmiş olsun mesajlarını tek tek cevapladı. Yapacak bir işi de yoktu zaten. Kapıdan içeri birden dalan bir kadının yaptığı gürültüyle irkildi. Kadın, özürlerini bildirdikten sonra, başına ne geldiğini, ne kadar zamandır burada olduğunu sordu. Aslında pek gereksiz bu konuşmanın neden bu kadar uzadığına anlam veremeden, kadının sorularını cevapladı. Fakat kadında şaşılacak bir samimiyet ve iyi niyet vardı. Bunu sezinlemişti. Tek sorunu, çok konuşuyordu. Babasının hastalığını, nereli olduklarını, babasına baktığı için başka bir işle ilgilenemediğini ve bunun gibi şeyleri anlattıktan sonra "Pardon adım Dilek, tanıştığımıza memnun oldum. Ben de yan odada babamın yanında kalıyorum. İnanın on gündür konuşacak birini arıyorum. Kusuruma bakmayın." dedi. Kadın tam çıkarken "Bir şeye ihtiyacınız olduğunda bana seslenin gelirim" dedi. Kapıyı kapattı çıkarken. Akif kadının arkasından uzun süre baktı kapıya. "Benim yanımda kalacak bir refakatçim bile yok. Bir akrabam, sevgilim, arkadaşım bile yok." Gözleri buğulanır gibi oldu. "Oğlum kendine gel" dedi. "Bulunduğun yere gelene kadar kimseye ihtiyacın olmadı. Bundan sonra da gerek yok." Bunun yalan olduğunu çok iyi biliyordu.
Hastanede bulunduğu iki günde Dilek ona hep yardımcı oldu. "Neredeyse hastaneden çıktığıma pişman olacağım. İnsan böyle günlerinde pek bir savunmasız oluyor" diye söylendi. Taburcu işlemleri tamamlanırken daha önce yapmayacağı bir şey yaptı ve yan odaya gidip, Dilek'e yardımları için teşekkür etti. Kartını verdi ve bir şeye ihtiyacı olduğunda kendisine gelmesini söyledi. Çıkarken Dilek ve babasını tekrar görme isteğinin nedeni üzerinde düşünüyordu. Babasına bu kadar düşkün bir evladın varlığı onu duygulandırmıştı. Uzun zamandır görmediği karşılıksız sevgi ve bağlılık, en çok ihtiyacı olan şeydi. Hayat çok kısaydı, her an elinden uçup gidebilirdi.
Ertesi gün hemen işinin başına döndü. Kısa bir süreliğine ayrılmış olmasına rağmen oldukça fazla iş birikmişti. Ofiste yoğun çalışma temposu tekrar başlamıştı işte. Hafta sonları arkadaşları ile eğlenmeye gidiyorlardı. İş arkadaşları ile birlikte vakit geçiriyordu. Fakat bu kez çevresindeki herkes bir yabancıya dönüşmüştü. Konuştukları konular ve daha önce birlikte yaptığı ne varsa anlamsız geliyordu. Aklında hep insanların aslında kendisini hiç tanımadıkları vardı. O da gerçekte onları tanımıyordu. Bir iki kadınla görüştü bu arada fakat uzun süreli bir ilişki sürdürmek istemedi. Bu şekilde aradan birkaç ay geçti.
Bir öğleden sonra ofise yaşlı bir adam geldi ve Akif'i sordu. Sekreter yaşlı adama beklemesini, bir toplantı dolayısıyla o an için görüşmesinin mümkün olmadığını bildirdi. Yaşlı adam, iki saatlik bir beklemenin ardından Akif'in kapısından içeri girdi. Üzerinde, yıpranmış siyah bir palto vardı. Eski ayakkabıları zaman zaman su geçirdiği izlenimi veriyordu. Kır saçları, kirli sakalı, olduğundan daha da yaşlı gösteriyordu onu. Akif başını kaldırdığında karşılaştığı bu manzara karşısında biraz afalladı. Kapıdaki adama uzun uzun baktı. Ne diyeceğini ve ne yapacağını bir an için bilemedi. Yaşlı adama doğru ilerledi. "Senin buraya gelebileceğini düşünmemiştim. Telefon açsaydın, belki dışarıda görüşür bir yemek yerdik" dedi. Yaşlı adam bu sözler üzerine, telefonunun artık olmadığını, bu nedenle kendisini rahatsız etmek zorunda kaldığını söylerken, zaten mahçup olan ifadesi daha da belirginleşti. Uzun bir sessizlikten sonra, cevabını gerçekte merak etmediği sorular yöneltti yaşlı adama. O da kesik ve kısa cevaplarla karşılık veriyordu. İkisi de söylemek istediklerini ifade edememenin sıkıntısını yaşıyorlardı belli ki. Neden sonra adam paraya ihtiyacı olduğunu söyledi. Akif de birlikte daha fazla vakit geçirmek istemediği için, adamla birlikte ofisten çıktı, en yakın ATM'den para çekti ve onu gönderdi. Artık ofise de gitmek istemiyordu. Plansız bu karşılaşma onu oldukça rahatsız etmişti.
Okumak isteyenler için Geçmişle Yüzleşmek 2. Bölüm
10 Nisan 2017 Pazartesi
MARKA MİM'İ
Bu da benim ilk mim'im. Mim olayı önceleri pek bir garip geliyordu bana. Fakat bloglar arası diyalog için güzel bir etkinlik olduğu söyleniyor. Deeptone'nun başlattığı marka mim'ine Fulya Erdoğan sayesinde dahil oldum. Şimdi ben de arkadaşları mimleyeyim diye düşündüm fakat neredeyse herkesi, sağ olsun mim'lemiş :)
Sevdiğimiz markalar. Bi düşündüm de ben Bim ürünlerinden yanayım. Tam bana göre, uygun fiyatlı, kaliteli olduğunu düşünüyorum. Pahalı ürünlerde gözüm yok:)
1. Kuru fasulyede Saban vazgeçilmezim.
2: Güldal temizlik için mikemmel :)
3.Başka ne olabilir bakayım. Yoğurt ve süt ürünlerinde de kesinlikle Dost diyorum.
Ben de tüm okuyanları mimlemiş olayım. Buyurun, sizin tercih ettiğiniz markalar neler? Kolay gelsin.
Sevdiğimiz markalar. Bi düşündüm de ben Bim ürünlerinden yanayım. Tam bana göre, uygun fiyatlı, kaliteli olduğunu düşünüyorum. Pahalı ürünlerde gözüm yok:)
1. Kuru fasulyede Saban vazgeçilmezim.
2: Güldal temizlik için mikemmel :)
3.Başka ne olabilir bakayım. Yoğurt ve süt ürünlerinde de kesinlikle Dost diyorum.
Ben de tüm okuyanları mimlemiş olayım. Buyurun, sizin tercih ettiğiniz markalar neler? Kolay gelsin.
4 Nisan 2017 Salı
BİRKAÇ CÜMLEDEN İBARET
İnsanın birinci önceliği hayatta kalmaya çalışmak olunca başka ne varsa arka planda kalıyor. Şimdilerde birçok insanın önemsediği, almayı düşündükleri, gezmeleri, eğlenmeleri benim için lüks. Olsun, yine de sırf benim dertlerim var diye, mutlu insanlardan acısını çıkarmaya çalışmıyorum. Sırf ben rahat olmadığım için, durumları iyi olan insanlara haset etmiyorum. Dünyada çok daha fazla acı çeken insanlar varken, onları bir kenara bırakıp sadece kendimle uğraşmıyorum.
Herkes bana üzülsün benim derdimle ilgilensin, en büyük dert benim demiyorum. Kimseyi yormuyorum. Yeterince yardımcı olamadığını düşünüp, fırsat buldukça hatırlatmaya çalışmıyorum. Sonuçta tüm insanların hayatlarında farklı, kendine özgü dertleri, başa çıkmaya çalıştıkları problemleri var. Bu çok insani. Artık her olaya da üzülemiyorum. Eskisi kadar değil. Mesela birinin o an bana göre basit diyebileceğim bir sebepten yaşadığı ve tamamen kendisine özgü bakış açısıyla ilgili bir davranışı ya da bir sözü yüzünden sinirlenmiyorum. Bu, bana çok da basit görünen olay, belli ki onun için çok önemli. Biraz geride durup "N'oluyoruz!" derken bile onu anlamak için çaba gösteriyorum. Birçoğuna göre basit görünen sorunun, içinden çıkamıyor, bu da onu daha hırçın ve tahammülsüz yapabiliyor. Hele bana göre çocukça bir trip atma, sinirini çıkarmaya çalışma ise kırılmıyorum. Beni anlamıyor oluşuna susuyorum. Sadece gülüp geçiyorum. Normal karşılıyorum. İnsan olmak böyle bir şey.
Hatalarla yoğrulup ancak doğru bulunuyor. Bulamayan da oluyor. Taa ki anlayıncaya kadar, benzeri imtihanları yaşıyor, bu bir gerçek. Kendini değiştirmek, geliştirmek, her zaman bir üst seviyeye çıkabilmek için, mükemmele değilse bile, olması gerekene ulaşabilmek için çaba gösteriyorsan, kendini güzel vasıflarla süsleyebilirsin. Yoksa yerinde saymaya mahkum olursun. Belki sana ayna olabilecekler karşına çıkar ama sen o aynadan yüz çevirirsen aslını görmekten de mahrum kalırsın.
İnsanım ben. Bütünüyle hatadan ve kusurdan oluşmuşum. Aklım ve hayalim nasıl olacağımda. Hikayenin sonunu öğrenmeyi istiyorum. Bunu diyebilecek cesaretin var mı?
27 Mart 2017 Pazartesi
USTA YÖNETMENİN SON FİLMİ
Hepsi bir gerilim filminde figüran olmak için can atıyordu. Öyle çok istediler ki varlıklarını göstermeyi, yıllarca beklediler ve fırsat kolladılar. Ne zaman bir rol kapmak için çabalasalar, başkaları ellerinden alıyordu, İstediklerini elde etmeleri neredeyse imkansız gibi görünüyordu. Öfkeliydiler. Bir duman ya da sisti varlıkları, geçen giden yok olan. Çağrılacakları günü bekledi figüran olmaya hazır topluluk. Derken günün birinde, kapıları çalındı. "Haydi şimdi sıra sizde" diyordu önemli bir yönetmen.
Çıktılar ekranlara, arzı endam ettiler. Küçümseyerek baktılar etraflarına "Şimdi bizi herkes tanıyacak, ünlü olacağız." Alkışları ve ardından gelen ıslık seslerini duyuyorlardı, kulaklarına inanamıyorlardı.
Senarist pek bir mahirdi. Yıllardır üstünde çalıştığı dillere destan olacak, ödüller alacak bir film senaryosu hazırlamıştı. Yönetmen her dönemde çok bilinen, ödül alan filmlere imza atmıştı. Yapımcılar, hiçbir harcamadan kaçınmamasını, hep arkasında olduklarını kendisiyle gurur duyduklarını söylediler.
Öncelikle figüranları seçmişti yönetmen. Figüranlar, nereye götürsen orada oynar sesi çıkmaz, maliyeti en az oyuncu kitlesiydi. Baş rol oyuncusu öyle miydi ya! Kolay yetişmiyordu. Beklenmedik bir performans gösterecek, ama sıradan, bir o kadar da oyunculuğuna güvenilecek biri olmalıydı. Parlatmak yönetmene kalmıştı. Baş rol oyuncusu daha önce kimsenin almadığı kadar büyük bir meblağı hesabına yatmış gördükten sonra, anlaşmayı yaptı. Böyle büyük bir filmde oynamak onur vericiydi. Adı tarihe kazınacak, tüm insanlar ondan bahsedecekti. Hem belki çok iyi oynarsa, yönetmen kendisine başka bir filmde de rol verebilirdi.
Çok uzun zaman önce çalışmalara başlamışlardı. Oyuncuların ellerinde söyleyecekleri sözlere ve duracakları yerlere kadar en ince ayrıntının düşünüldüğü textler vardı. Bir şiir gibi söylediler cümleleri. Aylarca çalıştı hepsi, ne kadar uğraşılsa da buna değerdi.
Film platosuna ulaştıklarında iki büyük kalabalıktan ibaret olduklarını gördüler. Yönetmen "Kamera!" dedi. Baş aktör konuşmasını yaptı, çevredekiler alkışladılar ve ıslık sesleri duyuldu. Yönetmen "Durun!" dedi. "Daha gerçekçi olmalı, daha bir duygu katmalısınız rolünüze. Belki gerekirse yumruklarınızı da kullanabilirsiniz. Tamamen doğaçlama olmalı biliyorsunuz bu son sahne. İzleyenleri korkudan çıldırtacak, yerlerinden kalkmalarını engelleyecek türden bir son sahne çekiyoruz beyler! Daha gerçekçi... Baltaları süs diye vermedik onları da kullanacaksınız." Son sahne baştan alındı. Alkışlar, ıslıklar derken yönetmen: "Haydi!" dedi "Sizden istediğim, rolünüzü iyi oynayıp güzel bir iş çıkarmanız." Gruplardan birinden yüksek sesle küfürler edilmeye başlandı. Diğerleri de onun yaptığının aynısını yapmaya başladılar. Karşı taraf ne olduğunu şaşırdı. Yönetmen, "Saldırın!" dedi küfredenlere. "Saldırın ve elinizdeki baltaları kullanmaktan çekinmeyin."
Çaresiz kaçışmaya başladı ötekiler. ne olabilirdi ki sadece bir filmdi bu. Yönetmen gerçekçilik akımının usta temsilcilerinden biri olduğu için, "Gerçek kan kullanılmalı, vurun beyler çekinmeden vurun, tarihe yazmalıyız adımızı!" dedi yüksek sesle.
İnsanların kaçabilecekleri yer yoktu. Film platosunun her tarafı demir parmaklıklarla kapatılmıştı. Gruptan sağ insan kalmayıncaya kadar, kan gölünde yüzer hale gelinceye kadar kullandılar ellerindekileri.
Gazetelerde gerçekte ne olduğuna dair en ufak bir yazı çıkmadı. Film hakkında kimse konuşmadı.
Baş aktör, uzun süredir yapmadığı tatil için yurt dışına gitti. Yönetmen, yeni projesi için hazırlıklara başladı.
20 Mart 2017 Pazartesi
PRENSESİN KURBAĞASI
Genç ve güzel prenses, (Neden öyle yazdım, çünkü hep öyle olmak zorundadır!) yaşadığı hayattan öyle sıkılmıştır ki kendine eğlence aramaktadır. Bulunduğu saraydan dışarıya adım attığında, kaçtığında da diyebiliriz aslında. Neşe içinde ormana doğru yol almaktadır.
Dere kenarına geldiğinde, "Keşke genç ve yakışıklı prense dönüşecek bir kurbağa bulsam da öpsem."der. Bunu duyan bir kurbağa vıraklamaya başlar. Yemyeşil bedeninde küçük benekçikleri, ayaklarında perdeleri vardır ve iri gözleri ile prensese doğru bir şeyler anlatır gibi bakmaktadır. Öyle iğrenç görünmektedir ki. Prenses, o sümüksü ıslak kurbağayı öpmekte bir an tereddüt etse de yüzünü ve dudaklarını buruşturup, hızlıca kurbağayı öpüverir. Birden sisler, bulutlar, şimşekler derken aha bir de ne görsün! Karşısındaki kurbağa aynen duruyor. "Ben bu dünyada hiç eğlenemeyecek miyim? Kara bahtım kör talihim" diye söylenir. Kurbağa konuşmaya başlayınca şaşkınlık içerisinde kurbağaya bakar. "Merhaba ben bu derenin kurbağa prensiyim. Ne kadar da güzel görünüyorsunuz." Bizimki pek bir kibirli. "Tabi öyleyim ne sandın" der.
Kurbağa: "Şeyyy, sizin kadar güzel benekleri olan bir kurbağa daha önce hiç görmemiştim"
Bizim prenses o zaman ayılır tabi. Meğer kendisi de bir kurbağa olmuştur artık. "Bu işte bir terslik yok mu? Senin genç ve yakışıklı bir prens olman gerekmiyor mu?"
Kurbağa: "Ben prensim, hem de genç ve yakışıklı. Ancak ne demek istediğini bir türlü anlamadım. Arkadaş olalım mı?"
Genç ve güzel bir kurbağaya dönüşmüş prenses, şoktadır. Yapabileceği başka bir şey olmadığı için de bu arkadaşlık teklifini kabul eder. "Vıraaaak Vıraaaak" diyerek dere kenarında gezinmeye başlarlar. Prensesin karnı acıkır, tam da yanından bir sinek geçmektedir. Diliyle sineği yakalayıp midesine yuvarladıktan sonra. "Ne kadar da lezzetliymiş bunlar" der. Derede yüzerler, taşlarda zıplarlar. Prens, tüm arkadaşlarıyla ve oldukça kalabalık ailesiyle tanıştırır prensesi. Prensin arkadaşlarından biri, "İyi anladık kurbağa oldun da bu saçlar ne böyle? bizden değıııllsın! Prensi kandırabilirsin ama beni asla" der. Buna çok üzülse de ses çıkaramaz prenses.
Geç vakitlere kadar, dans edip şarkı söylerler, komik hikayeler anlatıp gülerler. Fakat kötü kalpli kurbağanın gözü üstündedir. Günler böylece geçip giderken bir gün kötü kalpli kurbağa prensesin saçından tuttuğu gibi sürüklemeye başlar, bir yandan da birkaç kurbağayla birlikte, dalga geçip gülerler . Canı çok yansa da ağlayamaz prenses, gururuna yediremez. Koşup prensi bulmaya gider. Prens eğlenceye devam etmektedir. Şarkılar söyleyip dans etmektedir. Ne kadar anlatmaya çalışsa da anlaşılamayan prenses, uzaklaşır ve ağlamaya başlar. "Tamam eğlenecektim de bunları hesaba katmamıştım. Hem ailemi de özledim. Bu halimle geri de dönemem. "
Ertesi gün ve diğer günlerde, yine aynı kurbağaların aynı alaycılıklarına dayanamayan prenses, dere kenarından yürüyerek ormanın içerisine doğru ilerler. Büyük ağaçların gökyüzünü kapattığı karanlık bir yere gelir. Orada yaşlı ve çirkin (Neden öyle yazdım çünkü hep öyle olmak zorunda!) cadıyla karşılaşır. Cadı neden ağladığını sorar. Prenses başından geçenlerin tümünü cadıya anlatır. Cadı ona ormandan kaçmasını söyler. "İyi de ben bu halimle nasıl geri dönerim, Hem kral babam beni artık tanımaz, ona benim güzel prenses olduğumu nasıl anlatırım" der. Cadı çok iyi kalpli biridir. "Üzülme kızım, sen benim dediğimi yap, bu orman büyülüdür. Bu ormandan çıkarsan her şey normale dönecek. Burada kaldığın için böyle ümitsizlik içinde bocalıyorsun. Kurtulmak için şu yolu takip et ve bana güven" der. Prenses, çaresizlik ve ümitsizlik içinde, gözlerinde yaşlarla ormanı terk etmek zorunda kalır. Büyülü ormandan çıkmasıyla birlikte sisler, bulutlar, şimşekler ve hoooop eski haline döner.
Ancak kalbi çok kırıktır. Hiçbir şey artık eskisi gibi olmaz. Böylece bu hikaye de drama dönüşmüştür. Günler, aylar geçer ancak, prenses kurbağayı ve ormanı unutamamıştır. Özlediğini hisseder ve yine bir gün ormana tekrar gitmeye karar verir. Uzaktan dereyi ve kurbağaları izler. Ayakkabılarını çıkarıp ayaklarını suya sokar. Kurbağa yine her zaman olduğu gibi vıraklayıp zıplayıp durmaktadır. Yavaşça yanına yaklaşır ve kurbağaya "Nasılsın kurbağacık beni tanıdın mı?" der. Bu kez kurbağa zıplayıp prensesin kucağına gelir. Prenses şarkı söyler kurbağaya, o da sanki dinliyormuş gibi prensesin kucağında hiç kıpırdamadan durmaktadır.
Kurbağa birden zıplayıp prensesi öper. yine aynı gürültü patırtı... Bu kez sonuç çok daha ilginçtir. Birden kurbağa bir prense dönüşür. Prenses şaşırır tabi ki. "Neden benim başıma masallardakinin aynısı gelmiyor? Nasıl bi insanım ben ya!" Prens:"Sana şimdi her şeyi baştan anlatayım beni iyi dinle. Beni kötü kalpli bir cadı buraya hapsetmişti. Bir prenses seni bulup öpüp seni bu halinle sevdiğinde, eğer tekrar geri dönerse eski haline döneceksin" demişti. "Bu mümkün değildi fakat sen benden vazgeçmedin buraya tekrar geldin. Şimdi komşu krallığın bu prensi seni asla terketmeyecek" der.
Mutlu son.
Dere kenarına geldiğinde, "Keşke genç ve yakışıklı prense dönüşecek bir kurbağa bulsam da öpsem."der. Bunu duyan bir kurbağa vıraklamaya başlar. Yemyeşil bedeninde küçük benekçikleri, ayaklarında perdeleri vardır ve iri gözleri ile prensese doğru bir şeyler anlatır gibi bakmaktadır. Öyle iğrenç görünmektedir ki. Prenses, o sümüksü ıslak kurbağayı öpmekte bir an tereddüt etse de yüzünü ve dudaklarını buruşturup, hızlıca kurbağayı öpüverir. Birden sisler, bulutlar, şimşekler derken aha bir de ne görsün! Karşısındaki kurbağa aynen duruyor. "Ben bu dünyada hiç eğlenemeyecek miyim? Kara bahtım kör talihim" diye söylenir. Kurbağa konuşmaya başlayınca şaşkınlık içerisinde kurbağaya bakar. "Merhaba ben bu derenin kurbağa prensiyim. Ne kadar da güzel görünüyorsunuz." Bizimki pek bir kibirli. "Tabi öyleyim ne sandın" der.
Kurbağa: "Şeyyy, sizin kadar güzel benekleri olan bir kurbağa daha önce hiç görmemiştim"
Bizim prenses o zaman ayılır tabi. Meğer kendisi de bir kurbağa olmuştur artık. "Bu işte bir terslik yok mu? Senin genç ve yakışıklı bir prens olman gerekmiyor mu?"
Kurbağa: "Ben prensim, hem de genç ve yakışıklı. Ancak ne demek istediğini bir türlü anlamadım. Arkadaş olalım mı?"
Genç ve güzel bir kurbağaya dönüşmüş prenses, şoktadır. Yapabileceği başka bir şey olmadığı için de bu arkadaşlık teklifini kabul eder. "Vıraaaak Vıraaaak" diyerek dere kenarında gezinmeye başlarlar. Prensesin karnı acıkır, tam da yanından bir sinek geçmektedir. Diliyle sineği yakalayıp midesine yuvarladıktan sonra. "Ne kadar da lezzetliymiş bunlar" der. Derede yüzerler, taşlarda zıplarlar. Prens, tüm arkadaşlarıyla ve oldukça kalabalık ailesiyle tanıştırır prensesi. Prensin arkadaşlarından biri, "İyi anladık kurbağa oldun da bu saçlar ne böyle? bizden değıııllsın! Prensi kandırabilirsin ama beni asla" der. Buna çok üzülse de ses çıkaramaz prenses.
Geç vakitlere kadar, dans edip şarkı söylerler, komik hikayeler anlatıp gülerler. Fakat kötü kalpli kurbağanın gözü üstündedir. Günler böylece geçip giderken bir gün kötü kalpli kurbağa prensesin saçından tuttuğu gibi sürüklemeye başlar, bir yandan da birkaç kurbağayla birlikte, dalga geçip gülerler . Canı çok yansa da ağlayamaz prenses, gururuna yediremez. Koşup prensi bulmaya gider. Prens eğlenceye devam etmektedir. Şarkılar söyleyip dans etmektedir. Ne kadar anlatmaya çalışsa da anlaşılamayan prenses, uzaklaşır ve ağlamaya başlar. "Tamam eğlenecektim de bunları hesaba katmamıştım. Hem ailemi de özledim. Bu halimle geri de dönemem. "
Ertesi gün ve diğer günlerde, yine aynı kurbağaların aynı alaycılıklarına dayanamayan prenses, dere kenarından yürüyerek ormanın içerisine doğru ilerler. Büyük ağaçların gökyüzünü kapattığı karanlık bir yere gelir. Orada yaşlı ve çirkin (Neden öyle yazdım çünkü hep öyle olmak zorunda!) cadıyla karşılaşır. Cadı neden ağladığını sorar. Prenses başından geçenlerin tümünü cadıya anlatır. Cadı ona ormandan kaçmasını söyler. "İyi de ben bu halimle nasıl geri dönerim, Hem kral babam beni artık tanımaz, ona benim güzel prenses olduğumu nasıl anlatırım" der. Cadı çok iyi kalpli biridir. "Üzülme kızım, sen benim dediğimi yap, bu orman büyülüdür. Bu ormandan çıkarsan her şey normale dönecek. Burada kaldığın için böyle ümitsizlik içinde bocalıyorsun. Kurtulmak için şu yolu takip et ve bana güven" der. Prenses, çaresizlik ve ümitsizlik içinde, gözlerinde yaşlarla ormanı terk etmek zorunda kalır. Büyülü ormandan çıkmasıyla birlikte sisler, bulutlar, şimşekler ve hoooop eski haline döner.
Ancak kalbi çok kırıktır. Hiçbir şey artık eskisi gibi olmaz. Böylece bu hikaye de drama dönüşmüştür. Günler, aylar geçer ancak, prenses kurbağayı ve ormanı unutamamıştır. Özlediğini hisseder ve yine bir gün ormana tekrar gitmeye karar verir. Uzaktan dereyi ve kurbağaları izler. Ayakkabılarını çıkarıp ayaklarını suya sokar. Kurbağa yine her zaman olduğu gibi vıraklayıp zıplayıp durmaktadır. Yavaşça yanına yaklaşır ve kurbağaya "Nasılsın kurbağacık beni tanıdın mı?" der. Bu kez kurbağa zıplayıp prensesin kucağına gelir. Prenses şarkı söyler kurbağaya, o da sanki dinliyormuş gibi prensesin kucağında hiç kıpırdamadan durmaktadır.
Kurbağa birden zıplayıp prensesi öper. yine aynı gürültü patırtı... Bu kez sonuç çok daha ilginçtir. Birden kurbağa bir prense dönüşür. Prenses şaşırır tabi ki. "Neden benim başıma masallardakinin aynısı gelmiyor? Nasıl bi insanım ben ya!" Prens:"Sana şimdi her şeyi baştan anlatayım beni iyi dinle. Beni kötü kalpli bir cadı buraya hapsetmişti. Bir prenses seni bulup öpüp seni bu halinle sevdiğinde, eğer tekrar geri dönerse eski haline döneceksin" demişti. "Bu mümkün değildi fakat sen benden vazgeçmedin buraya tekrar geldin. Şimdi komşu krallığın bu prensi seni asla terketmeyecek" der.
Mutlu son.
15 Mart 2017 Çarşamba
NEDEN BLOG TUTUYORUM
Açıkçası çocukken şöyle kafamı kitaptan kaldırmazdım, böyle yazı yazardım, öğretmenlerim aferin üstüne aferin derlerdi diyemeyeceğim. Abartmaya gerek yok, o kadar değildim yani. Fakat ilkokul öğretmenimizin bize sunduğu, içinde her türlü masalın olduğu, yaşadıklarına o zamanlar kesinlikle inandığım hikaye kahramanlarının anlatıldığı o kitaplar, unutulmazdı. Aklım estikçe bir yerlere bir şeyler karalıyor değildim. Derste kompozisyon konusu verdiklerinde yazıyordum. Bir kere de, neden olduğunu o zamanlar anlayamadığım, -çocuk aklı işte verilen hediyeyi beğenmediğim- bir yarışmada, ilçede ikinci olmuştum. Sonra ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Bir daha mektup ya da ders notu yazmak dışında, elime kalemi almadım desem yeridir. Ancak bu klavye denilen şeyi iyi ki de icat etmişler yahu. Harika bir şey. Yazıyorsun bir tuşla siliyorsun. Düzeltmeler filan nasıl keyifli. Nostaljiden doğallıktan yana olanlar hayal kırıklığına uğrayabilirler fakat ben içimden geleni söylüyorum. Kâğıtlar bana göre değil.
Gelelim neden yazdığıma. Ben de bir anlasam. Sebebi yok. Uzun süredir bir çeşit hastalığa tutulmuş gibi içimdeki yazma isteği durdurulamaz. Şimdi, çocukluğumdaki günlerimde, kafamdaki gürültüyü bir kağıda dökmediğim için aslında çok hüzünlü olduğumu düşünüyorum. Dıştan bakıldığında görünen bir hüzün değildi de içeriden benim yaşadığım bir haldi bu. Bir de o insanların çeşitliliği, herkesin ayrı dünyalarda yaşamaları inanılmaz geliyordu bana. Hep konuşuyordum kafamda ama duyulmuyordu. Neden sonra anlıyorum ki yazsaydım kurtulacaktım o gürültüden . Bilemedim işte o zamanlar, yazmak iyi bir şey değildi ve hiç iyi olmadı zaten, kim yazdıysa cezasını çekti.
Sonra bir gün düşündüklerimi yazdığımda rahatladığımı gördüm. Bu ilk defa bir kıtayı keşfetmişçesine, hayret uyandıran bir şeydi. Nereden akıp geliyordu ve neden daha önce bunu hiç denememiştim. Bir de suçlu gibi hissetmek... Bu da yukarıda bahsettiğim gibi, fikirlerini yazanların her zaman başlarının dertten kurtulamadığını görmenin verdiği bir duygu, belki de kendine yakıştıramamak mı bilmiyorum. Ayıptı sanki ve söylenenler, bana zarar verecekti. Hayır. Ne yazmak ayıp ne de biz o anki duygularımızla kaleme aldığımız hikayelerimiz ve yazılarımızla kendimize zarar veriyoruz. Yapmak istediğimiz ne ise onu yapıyoruz sadece.
Hikaye yazarken illa da yazdığımız şeyleri yaşayacağız diye bir şey yok. Bazen olmadığımız karakterleri aktarırız. Bazen bir şeyler anlatmak istiyoruzdur. Bir şeyler okumuşuzdur, dinlemişizdir. Bazen de nasıl geliyorsa, bir anlam ya da amaç gütmeden yazabiliyoruz. Demiyorum ki, ben çok edebi şeyler yazıyorum, kelimeler elimde dans ediyor. Açıkçası benim kafamdaki gürültü inanılmaz. Sürekli bir şeyler düşünüyorum. Bunları illa ki bir kağıda, yani klavyeyle bilgisayara aktarmak zorunda kalıyorum. Okunsun tabi ki isterim fakat bu beklenti, beni yazmaktan alıkoymuyor şimdilik.
Blog hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Aklımdan geçenleri, bir yerlerde paylaşmak istiyordum. Kurduğum cümle sayısı fazlaydı. Diğer sosyal medya türleri bu nedenle bana göre değildi. Araştırmaya başladım ve ilk olarak internetten yazı yazarak para kazanmanın anlatıldığı bloglarla karşılaştım. (Aslında bu uzun bir hikaye, belki bir başka yayında bu ayrıntılara girerim.)
Google Plus'ta Cem Kazan'ın Yaşamdan Yazılar Bloguyla karşılaştım, İlk incelediğim blog diyebilirim. Belki kendisi hatırlamaz ama ufak da bir yorum yapmıştım bir yayınıyla ilgili olarak. Araştırmalarımın sonucunda bayâ bir süre geçti bu arada. Cesaret edip bloğumu açtım. Sonra Sevgili Ece Evren'in bloğunu tanıdım. O da başka blogları sayfasında paylaşıyordu. Paylaştığı blogları takip etmeye başladım. Bir iki yorum yapayım derken arkası geldi. Gerçekten de blog camiası birbirine her zaman destek olan sevgi dolu insanlarla dolu. Blog açmak isteyenler okuyorlarsa, korkmayın derim.
İşte benim blog hikayem böyle. Şunları da eklemek istiyorum:
Kalabalık içinde beni anlayacak bir azınlık için yazıyorum. Acımı hafifletmek için, eksikliğimi gidermek, özlemimi azaltmak, daha yakın olmak için yazıyorum. Derdimi anlatmak, derdini azaltmak için yazıyorum. Ben buradayım yalnız değilsin demek için. Ben seni görüyorum, değer veriyorum, anlamaya çalışıyorum. Bu böyle gitmeyecek, düzelecek diyorum. Eski günlere değil çok daha iyi günlere gülümsüyor olduğunu anlatıyorum sana. Mutluluk seni bulacak, saracak, buna eşlik eden göz yaşları bu kez sevinçten olacak. Önemli olan insan olmak, gerisi boş diyorum. Gerçek dünya acımasız, sen de bu dünyadaki acımasız kişi olma diyorum. Pişman olmayacağın bir hayat yaşa kim olursan ol, ne yaparsan yap, seni seviyorum, yeter ki iyi bir insan ol diyorum . Biri kafama silah dayıyormuşçasına, yazmadan ölecekmişçesine, delirmekten korkarcasına, tedavisiz hastalık, çaresiz dert, karşılıksız aşk gibi...
Belki bir gün yazacak hiçbir şey bulamayacağım. O güne kadar buradayım, beklerim.
11 Mart 2017 Cumartesi
BESLENME ALIŞKANLIKLARIMIZI DEĞİŞTİREBİLİRİZ
Kilo alan bir kadının yaşadığı zorlukları anlatmıştım bir hikayemde. O haliyle, yaşadığı kötü hislerin farkına varılmasını istemiştim. Başkaları tarafından nasıl algılanabildiğini, bu durumun onu ne kadar mutsuz ettiğini anlatmıştım. Bir çok kişi bu hikayeyi okudu belki. Okumayan varsa buraya linkini atıyorum. Beni Böyle de Sever misin?
Bu hikayeyi yazarken amacım güzel bir ruha sahip olmanın, güzel bir bedene sahip olmaktan daha önemli olduğunu anlatmaktı. Hayatımın hiçbir döneminde kilolu olmadım. Olmadım çünkü yemeye aşırı düşkün değilim. Aslında yemek yapmayı severim. Özellikle tatlı, pasta, hamur işi yapmak bana terapi gibi gelir. Bir de yapılan yemekler hakkında yorum yapmaya bayılırım. Yerken içinde ne var hissetmeye çalışırım. Bu bana çok eğlenceli gelir.
Abur cubur sevmem, ara öğüne hiç alışık değilim. Akşam belli bir saatten sonra asla bir şeyler atıştırmam. Porsiyonlarım da ufaktır. Kime göre ufak? Neyse sonuçta kilo almam. Zayıf da değilim normalim işte.
Diyetisyene oldukça fazla para veren kısa bir süre için sonuç alan arkadaşlarım var. Onlarla konuştuğumda hep ara öğünler üzerinde duruyorlar. Neredeyse mideleri hiç boş kalmıyor. Bazen diyete spor da ekleniyor fakat kısa süreli zayıflıyorlar. Bir gün arkadaşıma dedim ki: "Sen yıllardır diyetisyenlerle çalışıyorsun. Fakat sürekli zayıflamakla meşgulsün. Benim kilo sorunum yok. Sadece çok ve sürekli yemiyorum. Bir de akşam yemiyorum o kadar. "Arkadaşım ısrarla diyetisyenin dediklerini tekrarlıyor. "Ara öğün şart". "Kardeşim yıllardır aynı şeyleri uygulamaktan bıkmadın mı? Bir kere de beni dinle. Demek öyle olmuyor. Ne kaybedersin?" Diyetisyenler insanı hipnoz ediyor olmalı. Eminim diyetisyenlere gidenler ve belki beni okuyan bir diyetisyen, "Sen ne biliyorsun ki diyecektir."
Dr. Mehmet Öz, bir gazeteye verdiği röportaj'da şunları diyordu;
"- Yakın arkadaşım. ‘Wolverine’ filmini çekerken kas yapıp kilo alması gerekiyordu. Film bitince de o kiloları vermek istedi. Formülü ne biliyor musun? Günde aşağı yukarı 14 saat hiç yemek yemiyor. Sabah diyelim ki dokuzda yiyor, akşam da altıda. İkisinin arasında yemeğini yiyor ama akşamdan sabaha kadar bir şey yemiyor.
Ama bize “Az az ama sık yemek sağlıklı” diyorlar.
- Mantıklı değil ki. Atalarımız bizim gibi sürekli bir şeyler yemezdi. Zaten mağarada buzdolabı mı vardı ki kalkıp kalkıp atıştıracak. Hugh’un yöntemini ben de uyguluyorum. Günde 12 saat kadar yemek yemiyorum. Buna uyku dahil tabii.
Bünye ne tepki veriyor?
- Vücut alışıyor. Hatta gece geç vakit çok yediğin zaman, sabah daha aç kalkarsın. Ama 12 saatin sonunda değerlerin normale dönmüş oluyor. Hafif bir şeyler atıştırıyorsun, yetiyor." Tamamını okumak isterseniz buradan ulaşabilirsiniz.
Şimdi gerçekten kilo vermek istiyorsunuz ve bunu hiçbir zaman başaramadınız mı? Diyetisyene gittiniz fakat olmadı mı? Su içsem yarıyor mu diyorsunuz? Benim dediklerime yani benim değil de Dr. Öz'ün dediklerine bir kulak verin. Ben yıllardır bunu yapıyorum. Bir kötü alışkanlığım vardı. Çayı şekerli içiyordum. Yaklaşık üç yıldır tamamen bıraktım. Başta gerçekten dayanılmaz, tatsız bir deneyim yaşıyorsunuz. Bu gerçekten zor oluyor. Biraz bu konuda yol aldıktan sonra artık geri de dönemiyorsunuz. Çünkü bu kez şekerli de içemez hale geliyorsunuz. Fakat sabredip sonucu beklerseniz, şekerden kurtuluyorsunuz.
Şekeri hayatınızdan çıkardıktan sonra, geriye beslenme alışkanlığını değiştirmek kalıyor. Yıllardır bu şekilde fazla kilolarla savaşmak zorunda kalmadan kendimce bir tarz geliştirdim. Tavsiye ediyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)