Hikayeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hikayeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Mayıs 2017 Cumartesi

SEN EN İYİSİ İŞ ARAMA



           Selma birkaç aydır bir emlakçıda çalışıyor fakat ölü sezon olduğu için eline doğru düzgün bir para geçmiyordu. Ek işler yapması gerektiğini düşünüp iş aramaya başladı. Gazetedeki iş ilanlarının altını çizdi. İnternette eleman arayanlar sayfalarını karıştırdı. Not etti defterine. Sonra sırayla telefon etmeye başladı.

           İlk aradığı numarada bir erkek açtı telefonu. İş aradığını günlük temizlik işlerine gidebildiğini söyledi. Karşıdaki ses, biraz durakladıktan sonra "Fotoğrafınız var mı?" diye sordu. Çalışanlarının dış görünüşüne önem verdiğini söyledi. Bu oldukça tuhaftı, çünkü alt tarafı temizlik yapıp çıkacaktı. İyi günler dileyerek kapattı.

           Diğer numarayı aradığında, telefondaki ses oldukça sakin bir şekilde ve alçak sesle konuşuyordu. Adam: "Bir süre önce eşimden ayrıldığım için biraz moralim bozuk. Temizlikten sonra, benimle konuşabilir misiniz? dedi. O da "Ben psikolog değilim beyefendi. Temizlik bittikten sonra çıkarım" dedi. Adam,"İyi o zaman, iyi günler" deyip kapattı.

           Bir sonraki coşkuyla açtı telefonu. Evin durumundan bahsetti önce. Yeni boya yaptırdığı için evin güzel bir temizliğe ihtiyacı olduğundan, yalnız yaşadığı ve sonuçta evde bir kadın olmadığı için de bu temizlik işinin içinden çıkamadığından bahsetti.  Bizimki içinden  hımm oldu bu iş, ücret de fena değil diyordu. Kapatmadan önce, "Söylemedim fakat bir arkadaşım daha var. Birlikte gelip temizliyoruz evleri. Öğleye kadar da bitiririz." Adam duraksadı. "Ben sizi ararım" dedi ve kapattı.

          Diğer numarayı aradı. Telefondaki ses bu kez gayet normal  tondaydı. Oldukça zengin olduğunu da araya sıkıştırarak, almak ve satmak istediği evlerden, bozdurması gereken dolarlardan bahsetti. Şu an oturduğu evin çok büyük olmadığını temizliğinin de oldukça kolay olabileceğini söyledi. Evinin satışında yardım edebileceğini de belirtti Selma. Adam yüz yüze görüşme teklifinde bulundu. Emlak alım-satımı konusunda da müşteri olabileceği düşüncesiyle kabul etti. Bir kafede buluşacaklar, şartları orada konuşacaklardı.

          Vaktinden önce gitti kafeye. Bir çay söyledi. Adamı beklerken  bu görüşmenin bari olumlu geçmesini umuyordu. Sokağın başında orta boylu ve göbekli bir adam belirdi. Yürümekten kan ter içinde kalmış yüzü, kıpkırmızıydı. Elindeki beyaz patiska mendiliyle alnındaki terleri siliyordu. Beyaz bir gömlek ve altına da siyah pantolon giymişti. Tahmin ettiği kişiydi ve kafede tek olarak oturan sadece kendisi olduğu için, adam direk ona doğru yönelmişti. "Selma'ydı değil mi? "dedi. Selma, ayağa kalktı "Evet benim..."

         Adamın hallerinde bir telaş seziliyordu. Sanki sakladığı bir şey varmış gibi bir tedirginlik davranışlarına yansıyordu. "Şimdi elimdeki bir miktar dövizi bozdurdum"dedi adam. "Onun için geç kaldım kusura bakmayın." Söylediği rakama bakılırsa zengindi ve ev alabilecek kadar parası da vardı adamın. Maddi varlığını oldukça abartılı bir şekilde anlatmaya devam ediyordu. Selma evin yerini sordu. Adres tarifine bakılırsa bir dolmuşla gidilebilecekti. Çok uzak sayılmazdı. Haftada iki gün temizlik yeterli olacaktı. Daha sonra adam yalnız yaşadığından, yalnızlığın çok zor olduğundan bahsetti. "İnsan birine ihtiyaç duyuyor Selma hanım. Tek başına hayat hiç çekilmiyor. İş ilanını koyduğumdan beri beni onlarca kişi aradı. Bir kadın vardı dört çocuklu. İşe çok ihtiyacının olduğunu söyledi. Çocukları okuyormuş ve maddi yardım alabileceği kimsesi de yokmuş. Ne desen yapacak biri. İnsanlar çok zor durumda çook."

         Selma orada biraz tırstı tabii. Niyeti neydi bu adamın? Konuyu emlak işine getirdi. Nasıl bir ev aradığını sordu. Adam sahil tarafında güzel bir ev istediğini söylüyordu. Sahil tarafındaki evler yüksek fiyatlı olmasına rağmen tercihinin o yönde olması zengin izlenimi veriyordu.

         Selma; "Şu an oturduğunuz evden de bahseder misiniz? Kolay satılıp satılmayacağını öğrenmek istiyordu. Adamın anlattığına göre ev, iki oda bir salon, son kat ve yağmur yağdığında su geçiren bir tavana sahipti. Bu tip evlerin satışının  kolay olmadığını aklından geçirdi.

         Elinde şu an için gösterebileceği satılık evlerden bahsetti Selma. İş bu noktaya geldiğinde adam yan çizmeye başladı. O zaman ne ev satma, ne ev alma derdinde olmayan bu adamın derdinin başka olduğu ortaya çıkmıştı işte. Adamın canı sıkılmıştı ve kendisine eğlence arıyordu. Bu arada garson geldi ve ne almak istediklerini sordu. Selma bir çay daha söyledi. Adam menüyü elinde evirip çevirirken, "Ben daha sonra almak istiyorum" diyordu.  Menüyü sayfa sayfa en az üç kez gözden geçirip ve garsonu çağırıp bir çay almak istiyorum dediğinde, Selma"yı bir gülme aldı. Ev, döviz satış alış... Adamın hali, söylediklerinin hepsi bir bütün olarak düşünüldüğünde, oldukça züğürt olan bu adam, kendisini zengin göstererek temizlik işi bahanesiyle kekleyecek bir kadın arıyordu.

        Selma şöyle bir arkasına yaslandı. "Fuat bey" dedi. "Bazı kadınlar da var ki erkekleri fena halde dolandırıyorlar çok dikkatli olmanız lazım. Çete gibi çalışıyorlar hem de biliyor musunuz? Arkalarında bunları kollayan adamlar oluyor. Eve girip adamın kafasına bir şeyle vurup bayılttıktan sonra, tüm döviz ve altınları alıyorlar. Ev sahibine ne yapacakları da biraz insaflarına kalıyor. Siz eğer iyi bir insansanız(!) ihtiyacı olana iş verip, sadece iyilik olsun diye yanınızda çalıştırısınız. Yok başka bir şey talep ediyorsanız. Başınıza bela açan biri de sizi bulabilir unutmayın." Gitmek için ayağa kalktı. Adam da toparlandı. Biraz bozulduğu tombik suratının kızardığından ve alnındaki boncuk boncuk terlerden belliydi. Garson hesabı almak için geldiğinde, adam pantolonun arka ceplerine ve gömlek dahil, tüm ceplerine elini atıp boş çıkardıktan sonra. Pantolonundan çıkan buruşuk bir kağıt parayı ve bozuklukları avucunun içinde sayarak garsona uzattı.

         Selma: "Ev alacak kadar paraya sahip olduğunuzda beni arayın, değerlendirelim" dedi. Bunları söylerken muzipçe gülüyordu. Karşısındakinin baştan sona yalandan ibaret olduğu şu kısa zaman diliminde öyle belli olmuştu ki. Zor durumdaki kadınları kullanabildiği kadar da kullanacaktı,

         Bir iş bulma macerası daha kazasız belasız atlatılmıştı. oradan ayrılırken bunları mutlaka yazmalıyım diyordu .

4 Mayıs 2017 Perşembe

KAHVE FALI İÇİN ÇEKTİKLERİMİZ

           
Kahve falı
              Komşumun kahve falı hikayesiyle karşınızdayım. Komşum kızına çok düşkündür. Onun üzülmesini hiç istemez. Kızı bir gün "Anne bende kara büyü var kısmetim çıkmıyoo" demiş. Hemen o dakka hazırlanıp, birlikte kahve falı baktırmak için kahveciler çarşısına gitmişler. Ana kız kahvelerini içmişler,  Nasıl bir kalabalık. Çarşının başından itibaren insanlar sıraya girmişler. Kahve falı baktıkları yer, iki katlı ve ikinci kata kadar sıra var. Bunlar da önce yemek yiyip, ondan sonra gidip fal baktırırız diye düşünmüşler.  Fincanları, kahve içtikten sonra kendileri sıraya girmiş tabii ki.(İsim yazılıp sıra alınabiliyor, bu arada onu da hatırlatalım.)

             Yemekten sonra aşağıda girişte bir boş masa bulup ilişmişler. Sohbet muhabbet derken bunlara sıra gelmiş. Komşum diyor ki "Birden elinde sopayla bir genç, tepemden uçarak kahveye girdi." Karşı saldırıda bulunan kasanın başında duran adam da beyzbol sopasını sakladığı yerden çıkarıp gence doğru uçtu. Bunlar havada çarpıştılar. Sopalar, insanlar havada uçuşurken Kelime-i Şehadet getiren komşum, herhalde son nefesimi de burada verecekmişim gibilerinden kızıyla birlikte korkudan titrerken, kahve falı sırasındaki tüm insanlar çil yavrusu gibi dağılmışlar. Kavga havada en hararetli haliyle devam ediyor.

             Öğrendiklerine göre kahve falı bakan kadınla kasadaki adam karı-koca. Kavgaya gelen de çocuklarıymış. Sabah para isteyen oğluna para vermek istemeyen adam, (demek alışık ki), masanın altında beyzbol sopasını hazır bulunduruyormuş. Biri oradan "Cık cık cık, üst katta bütün gün fal bakacağına, şu çocukla ilgilenseydi bu hale gelip serseri olmazdı" diyormuş. O karışıklıkta komşumla kızı birbirinden epey bir uzağa sürükleniyorlar. Kızın elleri zangır zangır titrıyor. "Anneciğim sana bir şey olacak diye ödüm koptu" deyip, ortalık sakinleştikten sonra sarılıp hasret gidermişler. Kavga edenlere ne olmuş diye sorarsanız. Hiçbir şey olmamış. Kavgaları makul ve alışılmış sürede bitip, her biri olması gerektiği yere dönmüş. Genç, sokaklara, baba da kasanın başına.

             Komşum, fala baktırmadan oradan gideyim demiş. Parayı yanlarına bırakır mı? Adama demiş "Ben artık fal baktırmak filan istemiyorum. Paramı geri verin."  Kahve, kişi başı otuz lira onu söylememiştim. Adam on lira kesip geri vereyim demez mi? Yuh! o kadar arbedenin üzerine kahveler de benden olsun denilmez mi? Çok ayıpladık doğrusu. "Neyse olduğu kadar olmadığı kader" deyip paraya razı olup oradan kaçmışlar.

            "Eee  bundan sonra o sokağa adım atmazsınız artık." dedim"Atar mıyııız? (!)  bu son olsun diye karar verdik," dedi.

            "Geçen bana söylediğin Şemsipaşapasajındakisesibüzüşeciler Falcısı'na ne zaman gideceğiz?" dedim. Yarın için sözleştik.

24 Nisan 2017 Pazartesi

GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEK - 3.BÖLÜM


            O günkü tartışmanın ardından çocukluğunun geçtiği mahalleye gitti. Mahalle eskisine göre çok farklıydı. Büyüdüğü eve, sokağa baktı uzun uzun. Güzel saydığı birkaç anıdan biriydi o sokak. Arkadaşlarıyla oynadığı oyunları tekrar yaşadı. Futbol oynayan çocukların arasına karıştı onlarla oynadı biraz. Evin merdivenlerine oturdu. Çocukken ağladığı merdivenler, onu tanımış mıydılar? Yine kollarıyla saracaklar mıydı? Hışımla içeriden çıkan yaşlı kadın, yine kolundan sıkıca tutup içeriye sürükleyecek miydi?

           Sevilmeye layık olmadığı ne vardı? Yıllarca cevap bulamadığı bu kadar soru, yormaktan başka bir işe yaramıyordu. Yanında hiç olmayan annesini, keşke olmasaydı dediği babasını, babaannesini, evdeki bitmeyen kavgaları, şişeleri, kırılan camları, tekmelenen kapıları hatırladı. Odanın bir köşesine sinip korkudan titrediği zamanlarda, tüm bunların acısını çıkartırcasına okulda öğretmenin anlattıklarını tekrarladığını, tüm hırsını derslerden çıkardığını hayalinde canlandırdı tekrar. Biraz gurur kaplandı içi. Sonuçta bir başka çocuğun asla dayanamayacağı, serseri olmak dışında işe yaramayacak hayatının, bir köprü altında artık hangi gün çektiği gazla son bulacağını düşündü. O başkaydı. Asla pes etmiyordu. Şu anda bulunduğu konuma gelinceye kadar feda olmuştu çocukluğu, buna değer miydi?

           Okuldan eve geldiğinde "Annem nerede?" diye sordu çocuk. Evde, olması gerekenden fazla insan vardı. Babası yere çökmüş, başı iki elinin arasında duruyordu. Babaannesi dizlerini dövüp, bağırıp çağırıyordu. Halaları yüksek sesle konuşuyorlar, amcalar küfürler ediyordu. Bir kenara ilişti.  Halası "Vah garip yavrum vah vah" diye göstermelik bir şefkatle sarıldı. "Üzülme sen, bundan sonra senin annen biz olacağız. Şuncacık çocuktan ne istedin be kadın. Buna da mı acımadın" deyip bir diğer hala sarılmıştı. Anne, başka bir adamla kaçmıştır. Ortada bir rezillik vardır. Bu, ona herkes tarafından ve türlü bahanelerle yıllarca hissettirilecektir artık.

            Babaanne hep sinirliydı. Akif'in her yaptığı gözüne batardı. Yok olsa, belki tüm sorunları ortadan kalkacaktı. Bazı günler, halalarının kapısının önünde bulurdu kendisini. Babaannesinin kolundan sıkıca tutup çekeleyerek taşıdığı evlerin kapılarında, anlamsız bakışlarla alınmayı beklerdi içeri. Yine annesine edilen gün görmemiş küfürlerin ardından, kapı önlerinde defterleri, kitapları, kalemi, silgisiyle  merdivenleri çalışma odası gibi kullanırdı. En nihayet hava karardığında, halanın uygun gördüğü bir saatte içeri girer, kafasına vurulurcasına önüne konan tabaklardaki çorbaları içer, önemli bir insan olduğu günlerin hayalini kurardı.

             Şimdi önemli bir insandı. Bütün bunları elde ederken yanında kimse yoktu. Babası, babaannesi öldükten sonra, onu çocuk yuvasına bırakmış, senede bir defa görmeye gelmiş, o zamanlarda da bir çocuğa değil de terk eden bir kadının çocuğuna nasıl bakılırsa, gözlerini kaçırırcasına bakmıştı. Ayakları üstünde durduğunu gördüğünde de para koparmak dışında yanına uğramamıştı.  Annesinin nerede olduğuna dair en ufak bir bilgisi yoktu.

             Akşam eve gittiğinde çok yorgundu. Kendisini hemen yatağa attı uyudu. Sabah kalktığında üzerinden bir kamyon geçmiş gibiydi. Yorgunluğu ve kızgınlığı hala duruyordu. Telefonunu açtı. Gelen çağrıları ve mesajları inceledi. Dilek'ten onlarca çağrı ve mesaj geldiğini gördü. Hepsini tek tek okudu. Mesajların hepsi de bir yanlış anlamanın olduğu, anlatması için bir fırsat vermesine yönelikti. En son mesajda da "Sen hiçbir kadına güvenemeyeceksin" yazıyordu. Düşündü, haklıydı. En güvendiği kadın, onu çok ihtiyacı olduğu zamanlarda terk edip gitmişti.

             Kapının ziliyle irkildi birden. Kim gelmiş olabilir ki diye düşündü. Kapıyı açtığında Dilek karşısındaydı. Kadın içeri daldı birden. Mutfağa geçip kahvaltı hazırlamaya başladı Akif"in asık suratına aldırmadan. Bu arada konuşmayı da ihmal etmiyordu. Akşamdan beri merak içinde kaldığını, kızgınlığının tamamen gereksiz olduğunu, kendisini hayal kırıklığına uğratacak bir şeyi asla yapmayacağını anlatıyordu.

             Akif:  "Peki Mehmet'le özel olarak konuşacak ne vardı benden habersiz. Sebep neydi? On dakika yalnız bıraktığımda fırsat kolluyor görüntüsü de neydi? Senin kulağına eğilip söyleyeceği ne olabilir Mehmet'in? Sizi öyle gördüğümde nasıl öfkelendiğimi anlamıyorsun."

             Dilek: "Kahvaltımızı edelim hepsini anlatacağım sabırlı ol"

             Dilek'in bu kendinden emin tavrıyla biraz içi rahatlamıştı. Kahvaltıda peynirli krep, patatesli yumurta vardı. Kahvaltı ederken başka şeylerden bahsetti Dilek. Akif sadece dinliyordu. Kahvaltı sonrası balkonda kahvelerini içerken, Dilek: "Şimdi sana öğrenmek istediğin her şeyi anlatacağım" dedi. "Mehmet, senin iş için dışarıda olduğun bir gün ofisine gelen bir kadından bahsetti bana. Annen olduğunu söylemiş. Fakat senin olmadığını görünce çok üzülmüş. Mehmet biraz üstüne gittiğinde, senden yıllardır ayrı olduğunu, babanın ve babaannenin seni asla göstermediklerini, bazen gelip uzaktan izlediğini anlatmış. Çalıştığın yeri bir şekilde öğrendiğini sadece görmek için geldiğini söylemiş. Sonra senin duymanı istemediğini söylemiş. Yemin ettirmiş." Akif bunları büyük bir şaşkınlık içinde dinlerken neden bu kadar yıl annesinden haber alamadığını anlamış bulunuyordu. Dilek'e ve Mehmet'e haksızlık ettiğini kabul ediyordu sessizce. Annesine ulaşmalı, gerçekleri bir de ondan dinlemeliydi. Ona ulaşabileceği bir numara da bırakmamıştı. Babasına gitmeye karar verdi.

            Dilek'le birlikte babasının yaşadığı eve gittiler. Aylardır ayak basmadığı ev, oldukça eski ve bakımsızdı. Duyduğu öfke yüzünden, mümkün olduğunca karşılaşmak istemediği bu adamın şartlarını daha da iyileştirmek, içinden hiçbir zaman gelmemişti. Acısı öyle büyüktü ki, kimsesizliği tatması için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Onun bir dilenci gibi kapısına gelmesi bile, ne kadar tatsız da olsa içten içe nefretini azaltıyordu sanki. Evin kapısını yaşlı bir adam açtı. Kapıda oğlunu gören adamın buruk sevinci, utancı yüzünden okunuyordu. İçeri geçtiler. Çöplerden toplandığı belli olan eşyalar, odanın içine düzensizce yerleştirilmişti. Kırık bir çekyatın kenarına iliştiler. Baba, ikram edecek bir şey olmadığını her halinden belli ediyordu. "Bir çay alır mısınız?" diyebildi. Akif zahmet etmeye gerek olmadığını, hemen kalkacaklarını söyledi. Annesinin nerede olduğuna dair yıllardır sormadığı soruyu sordu. Babasının gözleri yaşardı. "Bunu bir gün bana soracağını biliyordum" dedi.

             "Oğlum. Kusura bakma, sana oğlum diyorum hiç hakkım olmadığı, sana babalık yapmadığım halde. Ne oldu da annen gitti..." Biraz suskun kalıp derin bir iç çektikten sonra başladı tekrar konuşmaya.  "Ben korkağın biriyim. Hiçbir zaman onun yanında olacak cesareti kendimde bulamadım. Annemle yaşıyorduk fakat inan bir o değil, hiç kimsenin yapabileceği bir şey değildi onunla aynı evde olmak. Benim doğru düzgün işim yoktu ve ona mecburdum. Annen çok sabretti her türlü işkenceye katlandı. Bir gün dayanamayacak hale geldi zavallı. O seni bırakmak istemedi. Annem ise cezalandırmak için ayırdı ikinizi. Bana sorarsan, annen benden daha cesurdu. Benim kendi ayaklarım üzerinde duracak cesaretim asla olmadı. İçten içe imrendim ona, terk edemedim lakin çöplüğümü. Kendine bir ev tutup işe girdiğini öğrendim. Tek başına bir ömür sürdü kendince. Seni görmeye gelememe sebebi ise babaannenin ve benim, başka şehre taşınıp, seni kaçıracağımıza dair tehtit etmemizdi." Artık babasına olan kızgınlığı daha da artmıştı. Annesinin adresini istedi daha önce hiçbir şey istemediği babasından. Babası adresi bilmediğini fakat çalıştığı yeri bildiğini söyledi. Oradan hemen çıkıp gitmek istiyordu artık. Demek mahallede başka türlü anlatılan annesi aslında tamamen suçsuzdu. Yıllarca taşıdığı utanç, boşunaydı.

             Uğraşlarının sonucunda evi öğrendi. Merdivenleri hızla çıktı ve kapıyı çaldı. İçeriden gelen ses, annesinin olmalıydı. Kapıyı açan kadın şaşkınlık içindeydi. Gözlerinden akan yaşlar her şeyi anlatıyordu. Akif de yıllardır kurumuş gözlerinin nasıl da canlı olduğunu fark ediyordu ilk defa. Sarıldılar konuşmadan, sadece ağladılar. Akif, bütün öğrendiklerini anlatıyordu. Susmuyordu, bütün yaşadıklarını anlatıyordu annesine. Annesinin kendisiyle gurur duyduğunu ilk defa öğreniyordu. "Doğrusu bir anne evladını ne olursa olsun terk etmez. O senin dediğin başını eğen ne varsa hepsi yalandı. Gerçek buydu."diyordu annesi.

             Mezarın başında dakikalarca ağladı. "Babam ilk defa benim için iyi bir şey yaptı. Teşekkür edemedim ona. Niye ağlıyorum bilmiyorum bunca yıl nefret ederken, meğer onu seviyormuşum. Öldüğünde anladım."

             Dilek Akif'in ellerini sıkıca tuttu. "Seni bırakmıyorum artık, kovsan da gitmem."
 
 

18 Nisan 2017 Salı

GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEK - 2. BÖLÜM

                                                                                                 



                                                                                                      Okumayanlar için 1. Bölüm



PARKTAKİ ÇOCUKLAR

           "Unutmuştum işte" dedi. "Arkamda bırakmıştım fakirliği, kimsesizliği. Nereden çıktı şimdi bu adam karşıma. Bütün yaşama sevincimi de alıp götürdü giderken."

           Sekretere telefon açıp, öğleden sonra gelmeyeceğini, arayıp bugünkü randevuları iptal etmesini söyledi. Bugün biraz uzaklaşayım bürodan diye geçirdi içinden. Kadıköy tarafına geçip bir restoranda yemek yedikten sonra, deniz kenarında bir çay bahçesine oturdu. Orada, çay eşliğinde, denizi uzun uzun seyredip düşüncelere daldı. Çocuklu aileler vardı yakındaki parkta. Anneler, çocuklarının başına bir şey gelmesin diye arkalarında koşturup duruyorlardı.

            Hızlıca çay bahçesinden kalkıp, kazadan sonra yattığı hastaneye gitti. Onu bulmalıyım diye düşündü. Birden, o ailenin huzurlu ve vefa üzerine kurulu hayatlarının içine dahil olmak istediğini hissetti. Hastanenin müdürünü tanıdığı için odasına girdi ve biraz hoşbeş ettikten sonra, hasta ve refakatçi bilgilerine ulaşıp ulaşamayacağını sordu. Müdür bunun pek uygun bir şey olmadığını söylese de biraz ısrar sonrası telefon numarasını aldı. Teşekkür edip müdürün yanından ayrıldı.

            Telefonda ne diyeceğini bilmiyordu. Kısa bir süre tanıyor olmanın dışında, diyalog kurmaya yetecek bir yakınlığı da bulunmuyordu. Kendisini tanımayabilirdi. Numaranın yazılı olduğu kağıda bir süre baktıktan sonra aradı. "Merhaba ben Akif, sizinle hastanede tanışmıştık. Babanıza bakmak üzere refakatçi olarak kalıyordunuz. Ben de bir kaza geçirmiştim hatırladınız mı?" dedi. Bu kadar çok kelimeyi ardı ardına söyledikten ve içinde çok başka bir heyecan yaşıyorken, ne yapıyorum ben diye de düşünüyordu. Kadın, oldukça samimi bir sesle "Evet tanıdım" dedi. Ondan sonra da başladı konuşmaya tabii. Hastaneden sonra neredeyse tüm yaptıklarını kısa bir özet halinde geçtikten sonra, akşam yemeğe davet etti. Akif belli etmemeye çalışsa da çok fazla mutlu olmuştu. Neredeyse ağlayacaktı. Evin adresini aldıktan sonra evine gidip hazırlandı.

            Yemeğe tam zamanında yetişmişti. Kapıda, yüzünde adeta güller açan Dilek, tüm sevecenliğiyle içeri davet etti onu. Elindeki çiçekleri aldıktan sonra, salona buyur etti. Salondaki eski eşyalar, temizdi fakat neredeyse antika gibi duruyorlardı. Kahverenginin en koyu tonlarından oluşan masa ve sandalyeler. koltukların üzerindeki modası geçmiş desenler, tüller, hepsi bir uyum içinde ev sahiplerine ait olduklarını belli edercesine duruyorlardı. Baba oldukça sağlıklı, anne oldukça neşeli, kızları ise ne kadar mutlu görünüyordu. Yemek sonrası çay içildi. Çayın yanında üzümlü ev kurabiyelerinin kokusunu çaktırmadan içine çekti Akif. Daha önce böyle benzer bir kurabiye kokusunu, komşu teyzesinin, evin penceresinden ona uzattığı birkaç kurabiyede almıştı. Lezzeti harikaydı ve ağızda dağılıyordu. Hastaneye dair uzun uzun konuşuldu. Sağlığın önemi, havalar sular derken, biraz daha kalsam gitmesem diyebileceği güzel saatlerin sonunda en nihayetinde müsaade isteyip kalktı. Eve yatmaya gittiğinde gözlerini huzurla kapattı.

            Sabah yine aynı iş temposu başlamıştı. Bu kez, hafta sonu için plan yapmak istiyordu. Sabah kahvaltısı, öğle veya akşam yemeği, olmadı bir kahve içmelik bile olsa, tekrar görüşmeliydi. Ne yapmalı ne etmeli tekrar görmeliydi Dilek'i.

            Nihayet hafta sonu geldi.  Akif kısa bile olsa görüşmek için telefon etti. Aynı sevecen ses, yine aynı tonda konuşarak, bir kahve içmeyi kabul etti. Kahve sıradan bir kahve olmamalı, gittikleri yer de sıradan bir kafe olmamalıydı. Pier Lotti'ye gittiler. O tepede İstanbul'un manzarası mükemmeldi. Hava ne soğuk ne sıcak, tam da bahar havasıydı. Kadın yine konuşkan ve mutluydu. Tüm hayat hikayesini olmasa da, önemli bir bölümünü Akif öğrenmişti artık. Ne kadar da güzel bir hikayesi vardı. Hiçbir şeyi saklamıyordu ve yüzde yüz doğru söylediğini düşünüyor, bu kadında yalan yok diyordu. Şimdiye kadar görmediği bir gerçeklikle karşısında duran bu kadın, ondaki hayreti artırıyordu.

            Bazı akşamlar, Dileklerin evine yemeğe çağrılıyor, memnuniyetle kabul ediyordu. Hafta sonu ve diğer  günlerde de eğer aileden izin koparabilirse, onunla vakit geçirebilecek etkinlikler ayarlıyordu. Birkaç kez de şirketin düzenlediği yemeklere birlikte gitmişlerdi. Artık tüm arkadaşları da onu tanıyorlardı. Şirket yemeklerinden birinin bitiminde Dilek'le oldukça hararetli bir tartışma yaşadılar. "Akif : "Bunu neden yaptın?" diyordu.

 Okumak isteyenler için 3. Bölüm

15 Nisan 2017 Cumartesi

GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEK - 1. BÖLÜM

         
Trafik Kazası

            Ünlü bir şirketin üst düzey yöneticisiydi. Oldukça iyi para kazanıyordu. Eğlenceden ve arkadaştan yoksun değildi. İstediği ne varsa yapabilme şansına sahip, nadir insanlardan biriydi. Arabasına bindi ve yol boyunca düşündü, içindeki sıkıntı da neydi. Bir türlü geçmek bilmeyen bu bunaltıcı his karşısında ne kadar da çaresizdi. Çevresindeki kalabalığın içinde onu anlayan kaç kişi vardı? Gerçek bir dost, sevgili var mıydı? Cevabını çok iyi bildiği bu soru karşısında kendini bir kez daha çaresiz hissetmişti. Araba büyük bir gürültüyle sarsıldı ve bir anda savruldu. Kontrolü tamamen kaybettiğini anladı. Gözünün önünde tüm yaşadığı hayat, film gibi hızlı bir şekilde akıp gidiyordu. Son anlarını yaşıyordu. Mutlu bir aileye sahip değilken, bir kızı bile olmamışken üstelik. Öylece silinip gidiyordu işte yeryüzünden.
 
            Gözlerini bir hastanenin odasında açtığında, kolundaki serumla oynayan hemşire, "Hastanedesiniz ve önemli bir kaza geçirdiğiniz için şu an kontrol altındasınız endişelenmeyin" dedi. Akif, etrafına bakındı neler olduğunu tam olarak hatırlamamakla birlikte, geçirdiği kazayı ve son anları hatırladı. Masanın üstünde çiçekler vardı. Bunlar şirketten gelmiş olmalı diye düşündü. Fakat onlara uzanacak gücü yoktu. Uykuya daldı. Uyandığında hava kararmıştı. Tüm olanları düşündü tekrar. Yanına konulmuş kumandayı eline alıp televizyonu açtı. Bu saatlerde genellikle eski filimler ve çaptan düşmüş diziler yayınlanıyordu. Yabancı kanallara göz attı. Haber bültenlerini izledi. Sabah hemşirenin sesiyle tekrar uykusundan uyandı. Hemşire ilaçlarını getirmişti. Sabah kahvaltısı olarak bir tabak tuzsuz çorba içti. Gürültüler artmıştı. Hastalar da kahvaltılarını yapıyorlardı ve refakatçileri. Benim refakatçim yok diye geçirdi içinden. Sonra kimseye ihtiyacım yok diye cevapladı kendisini. Tekrar televizyonu açtı. Hastanede vakit geçmek bilmiyordu. Öğle olduğunda, kapıda şirketten arkadaşları belirdi. "Geçmiş olsun" demek için gelenler, terfide yardımcı olabileceğini düşünmemişler miydi acaba? Onların sözlerindeki samimiyetsizliği sezinlediği halde aynı samimiyetsizlikle, "İyi ki de geldiniz, çok teşekkür ederim."diyordu.

            Onlar gittikten sonra, oda yine sessizliğe büründü. Telefonunu açtı ve yağan geçmiş olsun mesajlarını tek tek cevapladı. Yapacak bir işi de yoktu zaten. Kapıdan içeri birden dalan bir kadının yaptığı gürültüyle irkildi. Kadın, özürlerini bildirdikten sonra, başına ne geldiğini, ne kadar zamandır burada olduğunu sordu. Aslında pek gereksiz bu konuşmanın neden bu kadar uzadığına anlam veremeden, kadının sorularını cevapladı. Fakat kadında şaşılacak bir samimiyet ve iyi niyet vardı. Bunu sezinlemişti. Tek sorunu, çok konuşuyordu. Babasının hastalığını, nereli olduklarını, babasına baktığı için başka bir işle ilgilenemediğini ve bunun gibi şeyleri anlattıktan sonra "Pardon adım Dilek, tanıştığımıza memnun oldum. Ben de yan odada babamın yanında kalıyorum. İnanın on gündür konuşacak birini arıyorum. Kusuruma bakmayın." dedi. Kadın tam çıkarken "Bir şeye ihtiyacınız olduğunda bana seslenin gelirim" dedi. Kapıyı kapattı çıkarken. Akif kadının arkasından uzun süre baktı kapıya. "Benim yanımda kalacak bir refakatçim bile yok. Bir akrabam, sevgilim, arkadaşım bile yok." Gözleri buğulanır gibi oldu. "Oğlum kendine gel" dedi. "Bulunduğun yere gelene kadar kimseye ihtiyacın olmadı. Bundan sonra da gerek yok." Bunun yalan olduğunu çok iyi biliyordu.

            Hastanede bulunduğu iki günde Dilek ona hep yardımcı oldu. "Neredeyse hastaneden çıktığıma pişman olacağım. İnsan böyle günlerinde pek bir savunmasız oluyor" diye söylendi. Taburcu işlemleri tamamlanırken daha önce yapmayacağı bir şey yaptı ve yan odaya gidip, Dilek'e yardımları için teşekkür etti. Kartını verdi ve bir şeye ihtiyacı olduğunda kendisine gelmesini söyledi. Çıkarken Dilek ve babasını tekrar görme isteğinin nedeni üzerinde düşünüyordu. Babasına bu kadar düşkün bir evladın varlığı onu duygulandırmıştı. Uzun zamandır görmediği karşılıksız sevgi ve bağlılık, en çok ihtiyacı olan şeydi. Hayat çok kısaydı, her an elinden uçup gidebilirdi.

           Ertesi gün hemen işinin başına döndü. Kısa bir süreliğine ayrılmış olmasına rağmen oldukça fazla iş birikmişti. Ofiste yoğun çalışma temposu tekrar başlamıştı işte. Hafta sonları arkadaşları ile eğlenmeye gidiyorlardı. İş arkadaşları ile birlikte vakit geçiriyordu. Fakat bu kez çevresindeki herkes bir yabancıya dönüşmüştü. Konuştukları konular ve daha önce birlikte yaptığı ne varsa anlamsız geliyordu. Aklında hep insanların aslında kendisini hiç tanımadıkları vardı. O da gerçekte onları tanımıyordu. Bir iki kadınla görüştü bu arada fakat uzun süreli bir ilişki sürdürmek istemedi. Bu şekilde aradan birkaç ay geçti.

           Bir öğleden sonra ofise yaşlı bir adam geldi ve Akif'i sordu. Sekreter yaşlı adama beklemesini, bir toplantı dolayısıyla o an için görüşmesinin mümkün olmadığını bildirdi. Yaşlı adam, iki saatlik bir beklemenin ardından Akif'in kapısından içeri girdi. Üzerinde, yıpranmış siyah bir palto vardı. Eski ayakkabıları zaman zaman su geçirdiği izlenimi veriyordu. Kır saçları, kirli sakalı, olduğundan daha da yaşlı gösteriyordu onu. Akif başını kaldırdığında karşılaştığı bu manzara karşısında biraz afalladı. Kapıdaki adama uzun uzun  baktı. Ne diyeceğini ve ne yapacağını bir an için bilemedi. Yaşlı adama doğru ilerledi. "Senin buraya gelebileceğini düşünmemiştim. Telefon açsaydın, belki dışarıda görüşür bir yemek yerdik" dedi. Yaşlı adam bu sözler üzerine, telefonunun artık olmadığını, bu nedenle kendisini rahatsız etmek zorunda kaldığını söylerken, zaten  mahçup olan ifadesi daha da belirginleşti. Uzun bir sessizlikten sonra, cevabını gerçekte merak etmediği sorular yöneltti yaşlı adama. O da kesik ve kısa cevaplarla karşılık veriyordu. İkisi de söylemek istediklerini ifade edememenin sıkıntısını yaşıyorlardı belli ki. Neden sonra adam paraya ihtiyacı olduğunu söyledi. Akif de birlikte daha fazla vakit geçirmek istemediği için, adamla birlikte ofisten çıktı, en yakın ATM'den para çekti ve onu gönderdi. Artık ofise de gitmek istemiyordu. Plansız bu karşılaşma onu oldukça rahatsız etmişti.

Okumak isteyenler için Geçmişle Yüzleşmek 2. Bölüm

27 Mart 2017 Pazartesi

USTA YÖNETMENİN SON FİLMİ

         

             Hepsi bir gerilim filminde figüran olmak için can atıyordu. Öyle çok istediler ki varlıklarını göstermeyi, yıllarca beklediler ve fırsat kolladılar. Ne zaman bir rol kapmak için çabalasalar, başkaları ellerinden alıyordu, İstediklerini elde etmeleri neredeyse imkansız gibi görünüyordu. Öfkeliydiler. Bir duman ya da sisti varlıkları, geçen giden yok olan. Çağrılacakları günü bekledi figüran olmaya hazır topluluk. Derken günün birinde, kapıları çalındı. "Haydi şimdi sıra sizde" diyordu önemli bir yönetmen.

            Çıktılar  ekranlara, arzı endam ettiler. Küçümseyerek baktılar etraflarına "Şimdi bizi herkes tanıyacak, ünlü olacağız." Alkışları ve ardından gelen ıslık seslerini duyuyorlardı, kulaklarına inanamıyorlardı.

           Senarist pek bir mahirdi. Yıllardır üstünde çalıştığı dillere destan olacak, ödüller alacak bir film senaryosu hazırlamıştı. Yönetmen her dönemde çok bilinen, ödül alan filmlere imza atmıştı. Yapımcılar, hiçbir harcamadan kaçınmamasını, hep arkasında olduklarını kendisiyle gurur duyduklarını söylediler.

           Öncelikle figüranları seçmişti yönetmen. Figüranlar, nereye götürsen orada oynar sesi çıkmaz, maliyeti en az oyuncu kitlesiydi. Baş rol oyuncusu öyle miydi ya! Kolay yetişmiyordu. Beklenmedik bir performans gösterecek, ama sıradan, bir o kadar da oyunculuğuna güvenilecek biri olmalıydı. Parlatmak yönetmene kalmıştı. Baş rol oyuncusu daha önce kimsenin almadığı kadar büyük bir meblağı hesabına yatmış gördükten sonra, anlaşmayı yaptı. Böyle büyük bir filmde oynamak onur vericiydi. Adı tarihe kazınacak, tüm insanlar ondan bahsedecekti. Hem belki çok iyi oynarsa, yönetmen kendisine başka bir filmde de rol verebilirdi.

           Çok uzun zaman önce çalışmalara başlamışlardı. Oyuncuların ellerinde söyleyecekleri sözlere ve duracakları yerlere kadar en ince ayrıntının düşünüldüğü textler vardı. Bir şiir gibi söylediler cümleleri. Aylarca çalıştı hepsi, ne kadar uğraşılsa da buna değerdi.

           Film platosuna ulaştıklarında iki büyük kalabalıktan ibaret olduklarını gördüler. Yönetmen "Kamera!" dedi. Baş aktör konuşmasını yaptı, çevredekiler alkışladılar ve ıslık sesleri duyuldu. Yönetmen "Durun!" dedi. "Daha gerçekçi olmalı, daha bir duygu katmalısınız rolünüze. Belki gerekirse yumruklarınızı da kullanabilirsiniz. Tamamen doğaçlama olmalı biliyorsunuz bu son sahne. İzleyenleri korkudan çıldırtacak, yerlerinden kalkmalarını engelleyecek türden bir son sahne çekiyoruz beyler! Daha gerçekçi... Baltaları süs diye vermedik onları da kullanacaksınız." Son sahne baştan alındı. Alkışlar, ıslıklar derken yönetmen: "Haydi!" dedi "Sizden istediğim, rolünüzü iyi oynayıp güzel bir iş çıkarmanız." Gruplardan birinden yüksek sesle küfürler edilmeye başlandı. Diğerleri de onun yaptığının aynısını yapmaya başladılar. Karşı taraf ne olduğunu şaşırdı. Yönetmen, "Saldırın!" dedi küfredenlere. "Saldırın ve elinizdeki baltaları kullanmaktan çekinmeyin."

           Çaresiz kaçışmaya başladı ötekiler. ne olabilirdi ki sadece bir filmdi bu. Yönetmen gerçekçilik akımının usta temsilcilerinden biri olduğu için, "Gerçek kan kullanılmalı, vurun beyler çekinmeden vurun, tarihe yazmalıyız adımızı!" dedi yüksek sesle.

           İnsanların kaçabilecekleri yer yoktu. Film platosunun her tarafı demir parmaklıklarla kapatılmıştı. Gruptan sağ insan kalmayıncaya kadar, kan gölünde yüzer hale gelinceye kadar kullandılar ellerindekileri.


            Gazetelerde gerçekte ne olduğuna dair en ufak bir yazı çıkmadı. Film hakkında kimse konuşmadı.

            Baş aktör, uzun süredir yapmadığı tatil için yurt dışına gitti. Yönetmen, yeni projesi için hazırlıklara başladı.

20 Mart 2017 Pazartesi

PRENSESİN KURBAĞASI

                  Genç ve güzel prenses, (Neden öyle yazdım, çünkü hep öyle olmak zorundadır!) yaşadığı hayattan öyle sıkılmıştır ki kendine eğlence aramaktadır. Bulunduğu saraydan dışarıya adım attığında, kaçtığında da diyebiliriz aslında. Neşe içinde ormana doğru yol almaktadır.

            Dere kenarına geldiğinde, "Keşke genç ve yakışıklı prense dönüşecek  bir kurbağa bulsam da öpsem."der. Bunu duyan bir kurbağa vıraklamaya başlar. Yemyeşil bedeninde küçük benekçikleri, ayaklarında perdeleri vardır ve iri gözleri ile prensese doğru bir şeyler anlatır gibi bakmaktadır. Öyle iğrenç görünmektedir ki. Prenses, o sümüksü ıslak kurbağayı öpmekte bir an tereddüt etse de yüzünü ve dudaklarını buruşturup, hızlıca kurbağayı öpüverir. Birden sisler, bulutlar, şimşekler derken aha bir de ne görsün! Karşısındaki kurbağa aynen duruyor. "Ben bu dünyada hiç eğlenemeyecek miyim? Kara bahtım kör talihim" diye söylenir. Kurbağa konuşmaya başlayınca şaşkınlık içerisinde kurbağaya bakar. "Merhaba ben bu derenin kurbağa prensiyim. Ne kadar da güzel görünüyorsunuz." Bizimki pek bir kibirli. "Tabi öyleyim ne sandın" der.

              Kurbağa: "Şeyyy, sizin kadar güzel benekleri olan bir kurbağa daha önce hiç görmemiştim"

              Bizim prenses o zaman ayılır tabi. Meğer kendisi de bir kurbağa olmuştur artık. "Bu işte bir terslik yok mu? Senin genç ve yakışıklı bir prens olman gerekmiyor mu?"

              Kurbağa: "Ben prensim, hem de genç ve yakışıklı. Ancak ne demek istediğini bir türlü anlamadım. Arkadaş olalım mı?"

             Genç ve güzel bir kurbağaya dönüşmüş prenses, şoktadır. Yapabileceği başka bir şey olmadığı için de bu arkadaşlık teklifini kabul eder. "Vıraaaak  Vıraaaak" diyerek dere kenarında gezinmeye başlarlar. Prensesin karnı acıkır, tam da yanından bir sinek geçmektedir. Diliyle sineği yakalayıp midesine yuvarladıktan sonra. "Ne kadar da lezzetliymiş bunlar" der. Derede yüzerler, taşlarda zıplarlar. Prens, tüm arkadaşlarıyla ve oldukça kalabalık ailesiyle tanıştırır prensesi. Prensin arkadaşlarından biri, "İyi anladık kurbağa oldun da bu saçlar ne böyle? bizden değıııllsın! Prensi kandırabilirsin ama beni asla" der. Buna çok üzülse de ses çıkaramaz prenses.

kurbağa prenses

            Geç vakitlere kadar, dans edip şarkı söylerler, komik hikayeler anlatıp gülerler. Fakat kötü kalpli kurbağanın gözü üstündedir. Günler böylece geçip giderken bir gün kötü kalpli kurbağa prensesin saçından tuttuğu gibi sürüklemeye başlar, bir yandan da birkaç kurbağayla birlikte, dalga geçip gülerler . Canı çok yansa da ağlayamaz prenses, gururuna yediremez. Koşup prensi bulmaya gider. Prens eğlenceye devam etmektedir. Şarkılar söyleyip dans etmektedir. Ne kadar anlatmaya çalışsa da anlaşılamayan prenses, uzaklaşır ve ağlamaya başlar. "Tamam eğlenecektim de bunları hesaba katmamıştım. Hem ailemi de özledim. Bu halimle geri de dönemem. "

             Ertesi gün ve diğer günlerde, yine aynı kurbağaların aynı alaycılıklarına dayanamayan prenses, dere kenarından yürüyerek ormanın içerisine doğru ilerler. Büyük ağaçların gökyüzünü kapattığı karanlık bir yere gelir. Orada yaşlı ve çirkin (Neden öyle yazdım çünkü hep öyle olmak zorunda!) cadıyla karşılaşır. Cadı neden ağladığını sorar. Prenses başından geçenlerin tümünü cadıya anlatır. Cadı ona ormandan kaçmasını söyler. "İyi de ben bu halimle nasıl  geri dönerim, Hem kral babam beni artık tanımaz, ona benim güzel prenses olduğumu nasıl anlatırım" der. Cadı çok iyi kalpli biridir. "Üzülme kızım, sen benim dediğimi yap, bu orman büyülüdür. Bu ormandan çıkarsan her şey normale dönecek. Burada kaldığın için böyle ümitsizlik içinde bocalıyorsun. Kurtulmak için şu yolu takip et ve bana güven" der. Prenses, çaresizlik ve ümitsizlik içinde, gözlerinde yaşlarla ormanı terk etmek zorunda kalır. Büyülü ormandan çıkmasıyla birlikte sisler, bulutlar, şimşekler ve hoooop eski haline döner.

             Ancak kalbi çok kırıktır. Hiçbir şey artık eskisi gibi olmaz.  Böylece bu hikaye de drama dönüşmüştür. Günler, aylar geçer ancak, prenses kurbağayı ve ormanı unutamamıştır. Özlediğini hisseder ve yine bir gün ormana tekrar gitmeye karar verir. Uzaktan dereyi ve kurbağaları izler. Ayakkabılarını çıkarıp ayaklarını suya sokar. Kurbağa yine her zaman olduğu gibi vıraklayıp zıplayıp durmaktadır. Yavaşça yanına yaklaşır ve kurbağaya "Nasılsın kurbağacık beni tanıdın mı?" der. Bu kez kurbağa zıplayıp prensesin kucağına gelir. Prenses şarkı söyler kurbağaya, o da sanki dinliyormuş gibi prensesin kucağında hiç kıpırdamadan durmaktadır.

            Kurbağa birden zıplayıp prensesi öper. yine aynı gürültü patırtı... Bu kez sonuç çok daha ilginçtir. Birden kurbağa bir prense dönüşür. Prenses şaşırır tabi ki. "Neden benim başıma masallardakinin aynısı gelmiyor? Nasıl bi insanım ben ya!" Prens:"Sana şimdi her şeyi baştan anlatayım beni iyi dinle. Beni kötü kalpli bir cadı buraya hapsetmişti. Bir prenses seni bulup öpüp seni bu halinle sevdiğinde, eğer tekrar geri dönerse eski haline döneceksin" demişti. "Bu mümkün değildi fakat sen benden vazgeçmedin buraya tekrar geldin. Şimdi komşu krallığın bu prensi seni asla terketmeyecek" der.

             Mutlu son.

2 Mart 2017 Perşembe

BİTMEK ÜZERE OLAN BİR HAYAT

     
ölüm

       
          Yatağından doğrulur gibi yaptı. Gözlerinin içi gülüyordu. Yüzüme baktı. Sanki bir şey demek istiyordu. Ben de gülümsüyordum. Basit, oldukça sıradan ama gerçekte var olmak ve bunu sürdürebilmek için ihtiyacımızın kesinlikle olduğu, dünyanın oksijeninden  son bir nefes daha aldıktan sonra başı yastığına düştü. O bir kara delikti ve tüm dünya içine düştü. Hayatın anlamsızlığı bir kez daha karşıma çıkıyordu. Ne kadar kısa ve komikti hayatlarımız. Bir kelebeğin ömründen farksızdı. Kelebeğe bir günlük bahşedilen muhteşem güzellikteki hayatının yanından bile geçmiyorduk.

           O çok iyi bir insandı ömrünü en güzel şekilde tamamladı ve gitti.

           Onu ilk kez ilaç kokusunun eşlik ettiği, tüm misafirlerin ölümü beklediği, acının  göz yaşına eşlik ettiği hastane odasında gördüm. Cam kenarındaki yatağına uzanmış, beyaz teni, döküldükten sonra yeni yeni çıkan kır saçları vardı. Tatlı gülümsemesi ile ne kadar da cana yakın duruyordu. Doktorlar kolon kanserinin son evresinde olduğunu, yapılabilecek bir tedavinin olmadığını komşusuna bildirdiklerinde komşusu, son günlerinde ona eşlik edecek iyi birini aradığını arkadaşıma söylemişti. Benim de fazlasıyla işe ihtiyacım olduğundan çok, kimsesi olmayışına içlenerek kabul etmem, bizi bir araya getirmişti. İyi biri olduğuma emin değildim fakat kesinlikle benim ona ihtiyacım vardı.

            Kimsesi yoktu. Ne bir çocuğu, ne de yanında kalabilecek akrabadan birisi. Komşusu dışında  yakını olmadığı için ve maddi durumu da kötü olduğundan, hastaneye götürülmesi bile desteğe muhtaçtı. Bir kardeşi vardı Ankara'da oturan. Ondan para geliyordu gelirse. O para da bakacak kişiye ayrılmıştı.

            Hastanede oda arkadaşlarının ve kendisinin içinde bulunduğu durumda bile, ümitsizlik ve çaresizlik onun yanından geçmiyordu. Yemek yiyebilecek, tuvalete gidebilecek gücü vardı ya bu ona yetiyordu. Hasta arkadaşları ve hastane personeli tarafından seviliyordu. Komşuları iki günde bir gelip halini hatrını soruyor, ihtiyaçlarını karşılıyordu. Sabah yanına erkenden gidip, akşam yemeğini yemesini sağladıktan sonra eve dönüyordum. Neden kendisine bakabilecek bir yakını yoktu? Neden hiç evlenmemişti? Bu sorular aklıma geliyor fakat soracağım soruların onu incitmesinden korkuyordum.

            Bir gün, gözlerini cama dikmiş dışarıyı seyrederken, bana "Aslında çocuklarım da olabilirdi. Burada yanımda olmalarını isterdim. Senden memnunum fakat çocuklar başka olur. Ardımdan beni anacak, unutmayacak, torunlarıma birlikte geçirdiğiniz zamanlardan hikayeler anlatacak bir evladım olabilirdi" dedi. Gözlerinin biraz nemlendiğini fark ettim. "Tabi çok güzel olurdu. Ama bu kez sizinle tanışma fırsatını kaçırmış olacaktım" dedim. Hayatının son demlerinde olduğunu çok iyi biliyordu. Hazır gibiydi sanki. "Geçmişi değiştiremem" dedi. "Öyle olması gerekiyordu oldu. Gençliğimde benim de hayallerim vardı. Evlenebilirdim iyi bir aile kurabilirdim. Karşıma iyi insanlar da çıktı belki ama hiçbir zaman cesaret edemedim. Biri vardı onu sevmiştim olmadı ama. Ondan sonra da kimse olamadı zaten. Kaderin önüne geçilmiyor kızım.  Sanma ki kötü bir hayatım oldu. Başka türlü de olabilirdi diyorum o kadar. Bir söz vardır bazen düşünürüm. Seçtiğin yol senin kaderindir." Bu söz beni oldukçe etkilemişti. Hani kaderim böyleymiş deriz ya, biraz da kaderimiz için yazılacak yazıyı biz şekillendiriyoruz. Seçimler kaderimize etki ediyor.

                "Biri benim hikayemi yazarsa şöyle bitirsin." dedi.

                 "Ben onun yanına hiç gidemedim ve gözlerinin içine bakamadım. Beni hiç tanımadı. Kalan ömrünü bensiz yaşadı. Ben onsuz öldüm."

NOT; Aslında bu hikayenin çıkış noktası bana böyle bir iş teklifinin gelmesiydı. Ben o işe gitmeyi o kadar çok istedim ki bunu size anlatamam. Fakat benim yerime başka birini bulmuşlardı. Ben buna çok üzüldüm tabi. Sonuçta o hastanın yanına aslında hiç gidemedim ve yardımcı olamadım. 

7 Şubat 2017 Salı

İNSAN ve ŞEYTAN

       
insanın aldanışı ve şeytan


        Milyarlaca yıl geçti belki de. Tüm evren yaratılmadan önce miydi yoksa yaratıldıktan sonra mıydı tam olarak ne  zamana denk geliyordu onu bilemiyorum. Yani ruhlar önce miydi sonra mıydı? Yoksa her şey hazır mıydı? Fakat kötülük yokken orada ne güzeldi her şey. Şeytan o ara nerdeydi? Hangi iyi haliyle bulunuyordu yanında?

       Gerçek yüzünü göstermesi için biri gerekiyordu. O değersiz bedene baktı ve beğenmedi küçümsedi onu. Kendi kadar değerli ve güzel değildi. Kimdi ki? Var olmamalıydı. Kendi gibi mükemmel biri varken üstelik. Lakin sevilen o değersiz bedendi. Niye beni değil de onu diyordu beriki. Nefret ediyordu. Yok etmek bile yeterli değildi. Gözden de düşürmeliydi. Ben yaratılmışların en üstünüydüm, var mıydı aklıma, hızıma yetişecek?  Sonra düşündü hızla, ondaki zayıflığı göstermeliydi ki anlaşılsındı değersizliği, basitliği. Küçük mutlulukların peşinden koşup, yarınını düşünemeyen zavallılığını ortaya çıkardığında yine tek başına olacaktı zirvede. Öyle bir oyun planlamalıydı ki herkese rezil olsun ve yeterince malzeme çıksın, aşağılanmış olarak kovulmanın ne olduğunu bilsindi.

         Mükemmelliğini zekasını, göstermeliydi. Ne kadar akıllı ne kadar inanılmazdı varlığı. Senaryo basitti, fakat kötülük bilmeyen saf bir insanı kandırabilecek kadar da karmaşık. Ve oynadı oyununu. Gülümsedi, güven verdi, yeminler etti, inandırdı, vaatlerle döşedi yolu. Güller döktü sonra. Aşk dedi, mutluluk dedi, sen hak ettiğin yerde değilsin dedi. Bundan daha güzeli var dedi. Nereden bilsin yalanı bizimki? Daha önce hiç söylememişti. Oyun da bilmezdi üstelik öylesine dupduruydu ve varlık yeniydi onun için. Olduğu gibi davranmayı biliyordu. Aşkın elinden tuttu ateşe yürüdü ve sürgüne gönderildi.

         Kaç yıl oldu kaç mevsim geçti bilinmez. Acıyı, pişmanlığı, ayrılığı öğrendi dünyada. Dağların büyüklüğünü, yolların uzaklığını, varlığının küçüklüğünü öğrendi. Affın derinliğine sığındı gecelerde. Yıldızlarla konuştu yalnızlığını paylaşsın diye. Kimse dindiremedi içindeki boşluğu. Sonra anladı kimden ayrıldığını ve tekrar yalvardı.

         "Ey Rabbim, beni kendinden kopardın sonra buralara attın. Beni uzaklaştırdın kendinden. Şimdi öyle kimsesizim ki. Anladım şimdi, senden başka yok." Sonra bir ışık gördü içinde, karanlığı aydınlatan. Terk edilmemişti hep O'nunlaydı. "Herkes gelip geçici, bir sen varsın."  Hepsi imtihandan ibaretmiş acılarla olgunlaşırmış insan. Öncesi olmayan varlığının tek sebebi, içinde keşfedilmeyi bekleyen bir yol bulmakmış O'na ulaşan... O'nu bulduğunda da ne istiyorsa ayaklarının önüne serildi hepsi. "Bu da bir imtihan" dedi. Şaşırmadı, sendelemedi.

          Tekrar unuttu, unutmak onun en kolayına giden şeydi. Bu kez tekrar fısıldadı kulağına Şeytan, "Öldür, yak, yık, kül et hepsini. Değil mi ki senin sözünün önünde kimse duramaz. Herkes seni dinlemeli. Ahlaksızlıkta sınır tanıma, her şeye sahip ol, acıma!" Bizim zavallı kaptırdı kendisini benliğe. Denileni yaptı hem de seve seve. Sonra döndü yaptıklarına bir baktı ki insanlığı da orada yanmış.

        Bir gün insan yaptıklarına bakmak istediğinde bakılacak bir şeyin kalmadığını, gözlerinin, belki de kendinin de yitmiş olduğunu anlayacak. Haline üzülecek kimse kalmayacak yer yüzünde.

        Şeytanın oyunu bitmez herkesle oynar. Sonra insana bakar.  Öyle ileri gitmiştir ki insan.
Seytan, "Ben Allah tan korkarım der."

         İşte ben o zaman için diyorum. "Belki  Şeytan secde ediyordur artık önünde. Benim yapamadığımı, yapamayacağımı belki cesaret edemediğimi, düşünemediğimi de yaptın.

         "Tebrikler insan."

       NOT: Bu benim yaklaşık iki ay once yazdigim bir  yaziydi. Bu konunun da siyasate alet edildigini  şaşkınlık icerisinde izledigim bir videoyla ogrenmis bulunmaktayim. Once sileyim dedim.  Sonra vaz gectim. Iste insan bu şekilde aldanıyor. Her seyi cıkar amaçlı kullanmayalım. Yanlış...


3 Şubat 2017 Cuma

ANANASLA GEZİNTİ

         
Sosyal deney


           Geçen gün yine ananasın boynuna tasmayı geçirdim. Uzak akrabayı ziyarete gitmek için evden çıktım. Öyle ananas deyip geçmeyin, kendisi oldukça evcildir. İnsanlara saldırmaz, birine zarar verdiğini şimdiye kadar gören olmadı. Zavallıcık sessiz sessiz yanımda duruyor. Kimseye zararı yok billahi.

            Metroya bindik birlikte. Ayakta gidiyorum tabi. Yer verecek bir centilmen de çıkmadı. Bir yandan da açtım müziği dinliyorum. Arkamda duran adam omzumdan dürttü. "Hanfendi, hanfendi, az öteye gidin ananas ayağıma çıkıyor." "Yok." dedim "Yapmaz öyle şey" Bizim tartışma büyüdü. Çevreden müdahale edenler, müdahale edenlere müdahale edenler derken, yerde duran masum ananası aldım, öbür vagona geçtim. Tartıştığım adam da arkamdan gelmez mi? Bir de bas bas bağırıyor "Bu ayakkabıma işemiş." diye. Belli ki, para istiyor benden, yeni ayakkabı aldıracak. Kıvrak bir hareketle ilk durakta atladım aşağıya, adamdan kurtuldum.

            Olmayacak bu böyle otobüse bineyim bari dedim sonra. Sahil yoluna çıktım otobüs için. Durağa geldik, nasıl kalabalık.  Bu kalabalığı hangi otobüs alır? Kesin biz dışarıda kalırız diye içimden geçiriyorum. Otobüs geldi ben sıranın sonundayım. Yaşlı teyzeler, amcalar, çocuklu kadınlar ve onların arkadaşları otobüse bindikten sonra ayağımı merdivene attım. Elimdeki kartı okuttum fakat şöför elimde tasmayla ananası görünce. "Binemezsiniz onunla otobüse, Yasak" demez mi? "Beyefendi saatlerdir otobüs bekliyoruz. İnanın bende takat kalmadı. N'olursunuz kimseyi rahatsız etmez bu, en ufak bir sorunda ineriz aşağıya" diye dil döküyorum. Yolcular homurdanıyor "Ne zaman hareket edecek bu otobüs işimiz var bizim. Sen de taşıma onu yanında. Şöför ne yapsın kurallara uymak zorunda" Filan diyorlar. Yani bize acıyan yok anlayacağınız. Bu memlekette merhametli insan da mı kalmadı bilmiyorum.

            Beni indirdiler otobüsten, ağlamaklı bir haldeyim sahil yolunda biraz yürüyeyim açılırım belki dedim. Biraz yürüdükten sonra baktım benim ananas,  palmiye ağaçlarına doğru seyirtip duruyor, ihtiyaç molası herhalde deyip peşinden gittim. Neden sonra anladım. Bizimki yerleşik bir düzene geçmek istiyormuş. "Ben seni ne emeklerle baktım, bu hale getirdim, beni terk mi ediyorsun." deyip ağlamaya başladım. "Gel seni bir saksıya dikerim beni bırakma." Bilmiyor tabi onu benim sevdiğim kadar kimse sevmez, özenle bakmaz. Baktım bayağı bir ısrarlı. "İyi o zaman. Tamam. Bak arkamdan gelme. Sonra arasan da bulamazsın beni." dedim.

            Kimseye fazla değer vermeyeceksin azizim. Böyle gözünün yaşına bakmazlar işte.




Not:  Orta Doğu Teknik Üniversitesi psikoloji bölümü son sınıf öğrencisi Elif USTA isimli öğrencinin yaptığı sosyal deneyi okuduktan sonra böyle bir hikaye yazdım. Sosyal deneyin sonucu tam olarak ne oldu bilmiyorum ama uzun süredir eğlenceli bir şeyler yazmaya çalışıyordum. Bu hikaye çıktı ortaya.

16 Ocak 2017 Pazartesi

BENİ BÖYLE DE SEVER MİSİN? - 2.BÖLÜM

-----------------------------------------------------------------------------------------------------  
  Okumayanlar için  BENİ BÖYLE DE SEVER MİSİN? - 1.BÖLÜM
-----------------------------------------------------------------------------------------------------

              Uzun süren bu depresyon ve halim ortada..
       
              Beni böyle de sever misin?

                                                                   Yeliz

 
             Maili gönderdikten sonra heyecanla beklemeye başladı. Acaba ne cevap verecekti? Beklerken, "Niye inatçılık ediyorum da telefon açmıyorum ki belki de okumayacak mailleri" diye düşündü. İşi gereği e-postasını mutlaka hergün kontrol ederdi Gökhan. Yeliz bir süre sonra uykuya daldı. Ertesi gün, kontrol etti gelen postaları, Gökhan'dan cevap maili gelmemişti. Sonra ertesi gün ve diğer günlerde de. Mutlaka bir sorun olmalıydı, bilgisayarı bozulmuş olmalıydı ya da çok fazla yoğundu işleri. Bu şekilde tam bir hafta geçti. Dayanamayıp telefon açtı, sayısız kez çaldırdı telefonunu fakat Gökhan telefonlarına da cevap vermiyordu. Sabah bir kısa mesaj aldı. Olabildiğince uzun fakat adı kısa olan bir mesaj. "Bak Yeliz benim işimi biliyorsun, farklı ülkelere seyahatlar ediyorum. Saygın insanlarla görüşmelerim oluyor. Ünlü şirketlerin yemeklerine, kokteyllerine katılmak zorunda kalıyorum. Milletvekilleriyle sıkı diyaloglarım var.  Yanımdaki kadının bana ve ortama yakışan biri olması gerekli. Sen kötü bir insansın demiyorum ama bu şekilde olmaz yapamayız. Bu konuyu daha önce konuşmuştuk. Seni de mutsuz etmek istemem. Hoşçakal."

           Yeliz telefonundaki mesajı okuyunca bir yere oturmak ihtiyacını duydu. Midesi bulanır gibi oldu. Gidip bir bardak su doldurdu sonra kendine. "Hayır bu olamaz"dedi. Tekrar telefon açtı. İzah etmek istiyordu bazı şeyleri. Kendisini anlamasını bekliyordu ya da duygularının anlaşılmasını. Bir mesaj daha geldi. "Beni asla arama!" Çaresiz, elindeki telefonu bıraktı. Balkona çıktı hava almak için.

           Tam olarak bir ay boyunca kendisine yazılan mesajı her gün defalarca okudu. Yapabileceği bir şey yoktu. Kabullendi.

            O gece bir eğlenceye davet edilmişti. Yeni aldığı kırmızı elbisesini giydi. Gözlerini ortaya çıkaracak bir göz makyajı yaptı. Saçlarını, aşağıda omuzlarına dökülen bukleleri olacak şekilde taradı. Çıkmadan önce kapının yanındaki boy aynasında kendine şöyle bir baktı. Altı aydır gittiği spor salonunda yaptığı egzersizler çok işe yaramıştı. Mükemmel denebilecek kadar güzel bir vücuda sahipti. Yazdıkları, eski bir tarihe aitti. Gökhan'a aslında bir sürpriz yapmak istiyordu maili gönderirken. Fakat verdiği cevap hiç beklediği gibi değildi.    

           Merdivenlerden aşağı indi. Siyah bir arabanın içinde bekleyen Erdem, hemen arabadan indi. Hızlıca Yeliz'in yanına geldi. Nazikçe elini öptü. Yeliz ona her zaman sorduğu soruyu sordu. "Güzel miyim?" Erdem her zamanki gibi  cevap verdi. "Ruhun kadar değil."

           Altı ay kadar önce tanışmışlardı spor salonunda. Yeliz kilolarıyla başı dertteyken ona en çok yardımcı olan Erdem'di. Her sabah  koşuyorlardı birlikte. Yeliz aksatmadan spora gidiyor, aynı zamanda sağlıklı beslenmesine yardımcı olacak eğitimlere katılıyordu. Ümitsizliğe düştüğü zamanlarda Erdem'e "Sence güzel olabilecek miyim?" diye soruyordu. Hep aynı cevabı almasına rağmen üstelik. "Ruhun kadar değil." Bu söz onu çok motive ediyordu. "Sen sadece var olduğun ve güzel bir ruha sahip olduğun için değerlisin." diyordu Erdem. Dış güzelliğin geçici, fakat ruhun sonsuz olduğunu bir kere daha hatırlıyordu.

           O gece uzun zamandır hiç eğlenmediği kadar eğlendi. Cektirdiği fotoğrafları sosyal medyada paylaştı. Telefonuna Gökhan'dan gece gelen mesaj, ilginçti.

           "Nasıl yani?"









Güzel Kadın

   Bu hikaye sonrası size bir başka yazımı da öneriyorum. 

4 Ocak 2017 Çarşamba

BENİ BÖYLE DE SEVER MİSİN? - 1.BÖLÜM

       
Kilolu kadın

            Şimdi aldığım kilolara bakıyorum da "Bu nasıl oldu." diyorum. Dediğim gibi oldu, aynen dediğim gibi. Ne otobüse rahat binebiliyorum, ne minibüse. Beni gören şöyle iğrenerek bakıyor, belki acıyarak. Ben büyük bir suç işlemiş olmanın ezikliği içinde, elimdeki kalan poğaçamdan bir ısırık daha alıyorum.

            Aynalara bakamıyorum, eskiden önünden geçtiğim dükkan camlarında olurdu gözüm. Alımlı bir kadını gördüğümden midir bilinmez, tekrar tekrar vitrinlere bakardım. O seni heyecanla beklediğim günlerde daha da güzeldim hatırla. Sen beni almaya geldiğinde "Seni her gördüğümde aşık oluyorum" derdin.

           Arkadaşlarla gittiğimiz kafelerde ilk önce açılışı bir kahveyle yapıyorum. Sonra bir büyük pizza dilimi, büyük boy patates, büyük şişe kola, arkasından tatlı. Biraz daha oturduğumuzda midem kazınıyor, bir de fondü söylüyorum. Sonra bir de çilekli milkshake. Arkadaşlarımın sayısı gittikçe azalıyor.
     
           Sabahtan açıyorum televizyonu ve bütün sabah programlarını, bruncha dönen kahvaltı eşliğinde izliyorum. Aslında programlar kahvaltıma eşlik ediyor. Bütün gün kapıyı çalan yok. Telefonda hiç arama mevcut değil. İçim sıkılıyor, buzdolabına doğru yürüyorum. Dünden kalma pastayı mideme indiriyorum. Öğleden sonra biraz dışarı çıksam iyi olur deyip, giyim mağazalarını şöyle bir yokluyorum. İçeri girmek mümkün mü? Sanki bedava dağıtıldığını zannettikleri giysiler ellerinde bekleşen kalabalığı yararak yukarı çıkıyorum. Soyunma kabinlerinin önü neredeyse kasaya kadar uzanmış, kasadaki sıranın da giriş kapısına dayanmış olduğu insanlarla dolu mağazada, kendime göre bir şey bulmam mümkün değil. Girişim nasıl zorluklarla gerçekleştiyse aynen öyle de çıkıyorum.

            Sen gittin ve herkes ölmeye başladı. İçimdeki daralma hiç geçmiyor. Nereye gitsem bir boşluk, anlamsız sohbetler ve faydasız geçirilen zamanlar. Zamanla anlıyorum ki bu hiç geçmeyecek. Bense içimdeki boşluğu doldurmaya çalışırken daha çok yiyorum. Yediklerim yeterli olmayınca da üstüne çerezlik bir şeyler alıyorum.

           Gece de bir korku filmi açıyorum korkmak için ve yanında mısır. Patlamış mısır beni çok duygulandırır bilirsin. Mısır yedikçe ağlıyorum. Film çok hüzünlü bildiğin gibi değil. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, ben dışarı çıkıyorum, koşturarak evlerine kaçanlara bakarak.

           Kapıya gelen olunca hiç sesimi çıkarmıyorum ki gitsinler. Ya çok erken çıkıyorum dışarı ya da çok geç. Gören olmasın diye yapıyorum bunu.  Akşam olunca balkondan dışarıyı seyrediyorum. Ankara'nın kenar mahallelerinden gelen o is kokusunu ciğerlerime çekiyorum. Bu evlerde kaç aile aç diye üzülüyorum. Gün içinde yaptığım en anlamlı iş ise sokaktaki hayvanlara yiyecek bırakmak oluyor. "Onlar da yesinler, herkes yesin doysun" diyorum.

           "Sen gidersen, çok üzülür kendimi bırakırım" demiştim, dinlemedin. hep başkalarını düşündüğümden kızardın bana. "Biraz da kendini düşün az bencil ol." derdin. Görmeyeli aylar oldu telefonda konuşmak yetiyor mu sanıyorsun. Hep çok meşgulsün hep ilgilenecek işlerin var. Para bu kadar önemli mi? Oysa benim senden maddi hiçbir beklentim olmadı. Karşılıksızdı benim sevgim. Biliyordun insanları çıkarları için kullananları sevmediğimi.


2. Bolum

         

26 Aralık 2016 Pazartesi

BİR CEMİL HİKAYESİ

       
         
Aşk
 
           İlkokuldan beri arkadaştılar. Aynı mahallede oturuyorlardı. Komşuları arkadaşları, oyunları hep ortaktı. İki üç katlı evlerden oluşan mahallede herkes birbirini tanırdı. Akşam üstleri tüm kadınlar sokak önlerinde çekirdek çitler, dedikodu yapar. bir yandan da  eve gelmek istemeyen çocuklarına göz kulak olmak bahanesiyle geç vakitlere kadar muhabbeti koyulaştırır, bazen de çocukları unuturlardı. Birbirlerine sıkı sıkı bağlı komşular, akrabadan yakın halleriyle kimin ne ihtiyacı varsa yardımcı olurlardı. Mutluydular. Öyle fazla bir şeye ihtiyaçları da yoktu üstelik. Sağlık, günlük yiyecek yemek, konuşacak birkaç dost dışında.

          Cemil sessiz, içine kapanık bir çocuktu. Öyle pek arkadaşı olduğu söylenemezdi. Kimseye zararı yoktu da, varlığından da kimsenin haberi yoktu. Sevimli bir yüzü vardı dikkatlice bakıldığında. Annesi benim güzel oğlum derdi. Onu büyütebilmek için her türlü çileye katlanmış fedakâr bir kadındı. Kimsenin yardımını da kabul etmezdi. Babasından bahsetmezdi annesi. Yıllar önce çalışmaya diye çekip gitmiş, orada evlendiğini. üç de çocuğunun olduğunu duymuştu. Bir daha da yüzünü görmemişti. Bir kez olsun, oğlunu görmek için bile olsa memlekete dönmemişti. Cemil'in içine kapanıklığı da bu kimsesizlik yüzündendi biraz.

          Her sabah güneş dünyaya yüzünü gösterdiğinde penceresini açar, karşı komşudaki hareketliliği gizlice izlerdi. Arada bir Zeynep'in neşeli sesi duyulur, onun ve ailesinin bu yaşadığını düşündüğü mutluluk sanki kendi evindeymişçesine, içinde bir umudu beslerdi.Akşamları oynadıkları sokak oyunlarında, Zeynep'le aynı gruba düşmek için ne gerekiyorsa yapardı. O sakin, bir o kadar da utangaç halini unutur, kendini oyuna kaptırdığında onun için yeni bir dünya başlardı sanki. Gece yatmadan önce Zeynep ile birlikte ömür boyu yaşamanın  hayalini kurardı. Dünyada kendi dışında yaşandığını düşündüğü çok daha güzel hayatları hayal ederek uyurdu.

           Yıllar, hayaller ve bunlara hiç de uymayan  gerçeklerle geçti. Liseden sonra üniversiteyi kazanamadı. Annesinin evde hazırladığı midyeleri satarak geçimlerini sağlıyordu. Her gün Zeynep'in tezgahtar olarak çalıştığı dükkâna kadar birlikte yürüyorlardı. Zeynep uykudan uyanma sebebiydi Cemil'in ve dünyayı sevmek için gözlerine bakması yeterdi. Soğuk ya da sıcak etkilemezdi onu. Kışın onu düşünerek ısınır, yazın içini serinleten su gibi hissederdi. Soğuk akşamlarda ıslak midyeleri satarken her geçen kadını ona benzetir. Nereye baksa birlikte yaptıkları aklına gelirdi. Biri dese ki, insanlar kötü, o derdi bir o iyi, başlardı anlatmaya. Başkası ne konuşursa konuşsun, gündemi hep Zeynep'ti. Tüm şiirler onu anlatır, tüm şarkılar ona yazılmış gibi gelirdi.

           Bazı günler Cemil, Zeyneplerin evinin önünde şarkılar söylerdi. Çok güzel bir sesi vardı. Şiirler, mektuplar yazardı yüreğinden kopup gelen.

           Kaç gece kapında ağladım bilemezsin.
           Sen benim şimdi değil,
           Ömrümce beklediğimsin...

           Para kazanabildiği haftaların sonlarında birlikte Eminönü'nde balık ekmek yemeye giderler, ardından Galata köprüsünde el ele tutuşup, balıkçıları seyrederler, gelecekle ilgili planlar yaparlardı.


          Arkadaşları, bir süre sonra da tüm mahalleli bundan haberdar olmuştu. Zeynep'in ailesi bu arkadaşlığa hiç de sıcak bakmıyordu. Cemil'in düzgün bir işi güzel bir geleceği yoktu. Zeynep'in annesi bir gün Cemil'in annesine, oğlunun kızın peşini bırakmasını, istemeye gelmemesini, babasının gerekirse kapıdan kovacağını haykırdı yüzüne. Kadın bunun üzerine oğluyla defalarca konuştu. Bu işten vazgeçmesi gerektiğini, ileride unutacağını söyledi. Cemil'e bir türlü söz geçiremiyordu. O benim yaşama nedenim diyordu. Olmazsa yaşayamam diyordu da başka bir şey demiyordu.
 
           Bir gün Zeynep apar topar evden gönderildi. Bir süre sonra da evlendi. Yıllarca Cemil'in yüzü gülmedi. Zaten herkesten geride başladığı hayata artık devam edecek gücü de kalmamıştı. 
Başkasıyla evlenirsen unutursun diyordu annesi. Biriyle evlendi evet ama, herhangi biriyle.

           Ama o hiçbir zaman unutamadı...

           Karısının evde olmadığı bir günün sabahında bir feryat yankılandı evden. Ertesi gün cenazesi kaldırıldı. Herkes acıdı ona, ağladılar arkasından. Neden öldüğünü biliyorlardı.
       
             Zeynep mi? Onun ne düşündüğünü kimse bilemedi. Annesinin onu zorla evlendirdiğini söyledi mahalleli.  Almanya'ya gelin olarak gitti. İki çocuğu oldu ve bir daha memlekete hiç dönmedi.


25 Kasım 2016 Cuma

HAVA SOĞUKTU, ÜŞÜYORDUM



           Havanın soğuğu içime işliyordu. Etraftaki çam ağaçlarının üstü bembeyaz bir örtüye bürünmüş, görenlere anlatmak istediği bir şeyler varmış gibi suskunlukta konuşuyorlardı. Yokuştan aşağı iniyorduk ve kimseden çıt çıkmıyordu. Söylenecek çok şey vardı fakat çaresizlikten, yorgunluktan, ümitsizlikten ağızları bıçak açmıyordu.

           Üç yıl önceydi. Balık istifi olmuş minibüsün kapısı açıldı elinde poşetlerle bir yaşlı teyze belirdi. Ben hemen yerimden doğruldum ve teyzeye yer verirken hani o büyük bir kahramanlık yaptık gülümsemesi istemsizce belirdi yüzümde. Bir adam ayağıma bastı, ben de çığlığı bastım tabi. Bana göre böyle görgüsüzleri almayacaklardı araçlara. Adamla ayak üstü kavga ettim. İşten eve gelişlerin her zamanki bu sıkıntılı süreçleri, insanı daha da agresif yapıyordu. İki durak sonra minibüsten indim. Adam da benimle birlikte indi. Eve doğru ilerlerken aklımda yetiştirmem gereken projeler ve annemin doğum günüm için düzenlediği mütevazi yemek vardı. Bir ara adamın beni takip ettiğini fark ettim. "Hem görgüsüz, hem sapık" dedim içimden. Dönüp ağzının payını vermek için fazla düşünmeme gerek yoktu, nasılsa bunu fazlasıyla hak ediyordu.

           "Kardeşim ne takip ediyorsun beni, şimdi polis çağıracağım" diye öfkeli sesle bağırdım.

           Adamın yüzünde beklenmedik bir sakinlik ve tebessüm vardı. Sanki komik bir şey söylemişim gibi, gözlerini benden çevirmeden gülüyordu. Ben tekrar çıkıştım tabi, böylelerine haddini bildirmek için elime bir fırsat geçmişti bir kere.

           "Sana laf söylüyoruz pis pis sırıtıyorsun. Sağır mısın?"

            Bu arada apartmanın önüne gelmiştik. Benden daha çevik bir hareketle giriş merdivenlerini ikişer ikişer çıkıp anahtarla kapıyı açmasın mı? O zaman anladım ki bizim apartmanda oturuyor. İyi de ne zaman taşınmıştı. Hem burada oturması öküzlüğünü affettirmiyordu üstelik. Aşağıda çantamdan bir şeyler arıyormuşçasına biraz vakit geçirdikten sonra yavaş yavaş merdivenleri çıkıyordum. Kapıyı tutmuş benim de gelmemi bekliyordu. Önceki hatasını affettirmeye çalışıyordu belli ki. "İyi akşamlar" deyip önden çıktım. Baktım Hanife Teyzelere gelmişti ve elinde yine kapının anahtarı vardı. Anlaşılan o ki onların bir akrabası idi.

         Ertesi gün ve takip eden günlerde yine benzer karşılaşmalarımız oluyordu. Selamlaşma dışında bana söylediği her hangi bir cümle olmamıştı. Bir gün Hanife Teyze, eve geldiğimde bizdeydi. Çay faslına yetişmiştim ve mahalle dedikoduları yeni başlıyordu. Annemin yaptığı güzel ikramlardan alıp çaktırmadan odama geçeyim diyordum ki. "Ne zamandır seni göremiyoruz nerelerdesin bakalım?" diyen Hanife Teyze'ye cevap vermek ve yanlarında biraz oturmak zorunda kalmıştım. Derken yarı onları dinliyorum yarı telefonla hesaplarımı kontrol ediyorum derken konu Hanife Teyze'nin yeğenine geldi. Anlata anlata bitiremiyordu okulu birincilikle bitirmiş, nasıl da zekiymiş efendi, esprili çocukmuş. Bu benim gördüğüm olmasa gerek diye mırıldandım. "Ne dedin kızım" diye atladı hemen. Ben de "Karşılaşmıştık teyzecim onu diyordum." dedim.

         Birkaç gün sonra annem, yemek için komşuları da çağırmıştı. Temizliktir yemektir derken nasıl da yorulmuştum. Doğum günümde ben yorulmamalıydım diye düşünüyordum. Hemen sofra hazırlığına başlamam gerektiği konusunda annem tarafından uyarılmıştım. Bir an önce yatıp dinlenmek geçiyordu içimden.

         Komşular geldiler, üç beş kelam ettikten sonra sofraya oturduk. Annemin o güzel yemekleri tüm yorgunluğumu unutturmuştu. Arada gözüm Sinan'a gidiyordu. Bu çocuk hakkında yanılmışmıydım. Sofradaki nezaketi, neşesi beni şaşırtmıştı. Yemek bittikten ve çay servisi yaptıktan sonra kendi çayımı da alıp müsaade isteyip odama geçmeyi düşünüyordum. Hanife Teyze "Kızım Sinan'la birlikte siz gençler balkonda için çayınızı, sıkılmayın yanımızda" dedi. O akşam balkonda öyle eğlenceli bir sohbet geçti ki aramızda, gülmekten karnıma ağrılar girdi. Telefonlarımızı aldık birbirimizin. Arada hafta sonları bir şeyler yapalım diye sözleşip ayrıldık.

         Artık hafta sonlarını iple çeker duruma gelmiştim. Ne kadar akıllı biriydi, bu beni nasıl etkiliyordu anlatamam. Aynı aklı esprilerinde de kullanıyordu ya bu onu daha da dayanılmaz yapıyordu. Sonra alçak gönüllü fakat gururlu hali, insan sevgisiyle dolu hassas kalbi, gün geçtikçe daha da bağlanıyordum. Onun bana karşı duyguları bir arkadaştan öte değildi belki de. Konu hiç bir zaman aşka sevgiye gelmiyordu.

         Yine bir hafta sonu, birlikte sinemaya gitmek üzere anlaşmıştık. Yol boyunca işte yaptıklarımızdan, televizyondaki saçma sapan eğlence programlarındaki komik sahnelerden bahsettik. Sinemanın kapısında liseden arkadaşım Buket'le karşılaştık ki yıllar olmuştu onu görmeyeli. Ondaki değişim inanılmazdı. Son gördüğümde aşırı kiloluydu sürekli arkadan topladığı sarı saçları hafif dalgalıydı ve omuzlarından aşağı dökülüyordü. Gözlüğünü ve diş tellerini çıkarmıştı. Kendime bakınca ondan çok daha bakımsız görünüyordum. Ayaküstü biraz konuştuk, bu arada Sinan'la onu tanıştırdım. Aynı filme gireceğimiz için biraz da bu konuda lafladık, film başladı. Çok güzel bir aşk filmiydi ve gözlerim sulanarak izledim. Çıktıktan sonra bir yerlerde kahve içmeye karar verdik. Sinan, Buket'e de bizimle gelmeyi teklif etti. O akşam yine havadan sudan günlük olaylardan ofisteki komik maceralarımızdan bahsettik ve birlikte eve döndük.

           Kendi kendime artık bir karar almıştım. Ben de biraz bakımlı olacaktım. Gardrobumu yenilemeliydim. Kuaföre gidip biraz değişiklik iyi gelecekti. Sonra ona açılacaktım. Tüm duygularımı anlatacaktım ona. O da belki beni seviyordu.

           Bir kaç gün sonra iş dönüşü yine karşılaştık, bu kez ilk gördüğümdeki duygularım tamamen tersine dönmüştü ve bu halimi düşünüp şaşırıyordum. Bu arada bendeki değişiklikleri fark edip etmediğini sordum. "Güzel olmuşsun." dedi. Her gün bugün söyleyeceğim diye karar alıp, gün içinde vazgeçiyordum. Haftalar böylece geçip gidiyordu. İşlerimin yoğunluğu yüzünden, akşam geç saatlere kadar ofiste çalışıyordum. Sinan'ı bir süredir göremiyor, kapıda karşılaşmalarımızda özlem gideriyordum. Annem, Hanife Teyze'nin bizi yemeğe davet ettiğini söyledi. Bu bana göre müjdeli bir haberdi. Güzel bir elbise seçtim kendime, biraz makyaj yaptım. Annem ne kadar güzel göründüğümü söyledi. "İnşaallah o da beğenir" diyordum içimden. Aşağı indik hoşbeş ettikten sonra bu kez Sinan, "Gel seninle biraz yürüyelim" dedi. Kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. Herhalde benden önce o söyleyecekti. . Evin yakınındaki parkta biraz oturduk. Her zamanki gibi neşeliydi ama bu kez daha bir neşesi yerindeydi sanki. "Bak sana ne söyleyeceğim." dedi. "Benim de sana söyleyeceklerim vardı" dedim sonra. Onu dinlemeye karar verdim. Ne de olsa ilk olarak onun konuşması daha uygun olacaktı. Ben de yüksek sesle "Evet." diyecektim.

           Sonra birden bire yer sallanmaya başladı ne kadar sürdü bilmiyorum. Yerimden kıpırdayamıyordum Sinan'a sarıldım. Bir süre sonra karanlık kaplamıştı ortalığı, belli ki elektrikler de kesilmişti. Etraf toz duman olmuştu, çığlık sesleri geliyordu. Eve doğru koşturarak gittik. Bizim apartmanda büyük çatlaklar vardı ve annemler, Hanife Teyzelerle birlikte aşağıya inmişlerdi. Yan apartmanlardan bazıları yıkılmıştı ki buna yıkılmak denmez yerle bir olmuşlardı. Herkes acı içinde oradan oraya koşturuyordu. Yukarıdan bir kaç battaniye indirdik ve sabahı aşağıda etmeye karar verdik. Bu arada etraftaki binalardaki insanlar için bir şeyler yapmalıydık. Sinan telefon elinde, birilerine ulaşmaya çalışıyordu. Kendi çabalarımızla bazı evlerden kurtardığımız insanları battaniyelere sarıyorduk. Bir saati geçmişti ki siren sesleri yükselmeye başladı çevreden. Sinan "Ben gidiyorum" dedi. "Nereye" diye heyecanla seslendim. "Buket cevap vermiyor" dedi. "Buket mi?" Şaşkındım. Benim onların bu kadar yakınlaştığından haberim yoktu. Koşarcasına yanımızdan ayrıldı.

          Ertesi gün, yokuştan aşağı inerken gerçeklerle yüz  yüze geliyordum. Neredeyse tüm şehir yerle bir olmuştu. Bu beklendiği söylenen depremden çok fazlasıydı. Komşularımızın çoğu ölmüştü. Diğer semtlerden bazı akrabalarımız ve Buket...

           O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Ben Sinan'a duygularımı asla anlatamadım. Buket'in ölümünden sonra Sinan'ın ruh sağlığı bozuldu. Bir akıl hastanesine yatırdılar. Hafta sonları ziyarete gittiğimde, her seferinde benim Buket olduğumu zannediyordu.  Bana yani Buket'e şiirler okuyordu. Ben de ona onu ne çok sevdiğimi ve onu dışarıda beklediğimi, hastaneden çıktığında evleneceğimizi söylüyordum...

            Daha da üşüdüm sonra.

         


                                                                                                                                                                                                                                   


12 Kasım 2016 Cumartesi

SENİN GİBİ

SENİN GİBİ


İki gün önce kavga etmişlerdi ve arkadaş kalmak üzere ayrılmışlardı. O sabah yine de onu görmek için evine gitmişti. Eve girdikten sonra ayakkabılıktaki botlarının yanındaki topuklu ayakkabılar dikkatini çekti. “Ağlamayacağım” diye tekrarladı içinden.

“İçeri gelsene”

“Rahatsız etmeyeyim” diye cevapladı.

Biraz tereddüt ettikten sonra girdi. Mutfağa, pencere kenarındaki o hep kahve içtikleri masaya geçip oturdu. Biraz havadan sudan konuştuktan sonra “Bu kadar çabuk davranacağını düşünmezdim.”dedi.

Bir şey söylememişti. Öylece durduktan sonra birden ağlamaya başladı adam. Kimse sana benzemez diyor ağlıyordu. Birbirlerine sarılıp ikisi de ağlıyordu artık.. Öylece dakikalarca gözyaşı döktüler hiç konuşmadan. Birlikte paylaştıkları ne varsa aklından geçiyordu. "Buna beni sen zorladın" dedi. Başkasını bulacağını söylemiştin ya bu beni öylesine kırdı ki senden intikam almak isterken kendimi yaraladım.

Solgun sokak 15 numaralı kapının önünde bir kız çocuğu oynuyordu. Teyzesi elini tutup eve götürdü onu. Annem nerede diye sordu çocuk. Kadın göz yaşlarını silerek kucakladı onu. Ben de senin annenim artık diyordu. Annen çok uzaklara gitti bir gün sen de onun yanına gideceksin. Sonraki günlerde diğer kardeşleriyle birlikte bir süre orada bir süre burada kalıp, sarılacak anneden yoksun ve baba sevgisinden mahrum, babasının o kocaman ellerinden korkarak büyüdü. Zamanla anladı ki annesi olmayınca kimse anne olamıyordu.

Yıllar geçti bir adamı sevdi, evlendi. Harika dediği evliliği, geçmişte çektiği bütün acıları sona erdirmişti. Bundan sonra güzel günler bekliyordu onu. Fakat ne olduysa oldu o güzel rüya da bitti. Tek başına fakat güçlü bu kadın her zorluğun altından kalkıyordu. Artık aşka kendini kapatmış, sadece bir iş kadını olarak kendini işine adamıştı. Bir gün onu gördü. Daha önce karşılaşmış gibiydiler. Birinin dediğini öbürü tamamlıyor, birlikte geçirdikleri o eğlenceli ve güzel saatler birbirini kovalıyordu. Bazen düşünmek yetiyordu da,  telefon çalıyor karşılıklı şaşırıyorlardı. Onun için nelerden vazgeçmemişti ki, neleri feda etmemişti. Bu insanın başına bir kere gelebilecek güzellikte bir şeydi ve her şeye değerdi.

“Bütün bir ömür geçirmeye değecek bir kadın varsa o da sensin”. dedi.

“Biz arkadaşız zaten.” dedi kadın. "Tabi ki hayatında bir kadın olacaktı fakat bunun bu kadar çabuk gerçekleşeceğini bilmiyordum. Önemli değil, madem başlamışsın devam ettirmelisin. Benimle bir geleceğin yok zaten. Evlenmeyi düşünmüyorum geçmişi unut, hayatını onunla sürdür, mutlu olmak hakkın."

“Görüşürüz, kendine iyi bak” dedi ve çıktı evden kadın. Yol boyunca ağladı. Eve gidip sayfalarca yazı yazdı.

“Senden başka bir adam bana dokunamayacak. Bundan sonra kimseyi hayatıma katmayacağım. Sen mutlu olurken ben kahrolacağım ama kimse bilmeyecek. Bu kadar severken neden birlikte olamaz insan.

Dinmeyen göz yaşım, anlayamadın bendeki aşkı sen. Öyle büyüktü ki sığmıyordu kalbine. Senin boşluğunu kim doldurabilir ki. Bundan sonra karşılaştığım hangi adam bana senin gibi bakar. Ben hangi adamın gözlerinde, sende gördüğümü görebilirim. Sen mutlu  ve iyi ol bir tanem. Ben başka bir şey istemiyorum bundan sonra. Bir tarafım eksik olacak, her gün uyandığımda seni görmek, sarılmak istediğimde olmayacaksın ve bu beni daha yalnız yapacak. Daha güçlü gözükeceğim fakat hepsi bir yalandan ibaret olacak.”

Adam kapıyı kapattıktan sonra mutfağa geri döndü. Bir sigara yaktı. “Yanımdaki her kadına senmişsin gibi sarılacağım. Bu beni daha da mutsuz yapacak. Çünkü hiç biri senin gibi olmayacak. Asla bir daha bu kadar sevmeyeceğim.” dedi.


Bir hikaye daha böyle yanlış, hak etmedikleri bir sonla bitiyordu iki sevgilinin...